“Filozoflar şimdiye kadar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, oysa asıl olan dünyayı değiştirmektir.” Marksizmin ustaları bu sözlerle devrimci değişimi, bazen yorumlamanın önüne koydular.

Oysa bugün değiştirme gayretleri bir yana, dünyayı yorumlamanın hakkı yeterince verilmiyor. Dünyayı yorumlamadan yani “devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz.”

Marks ve Lenin düşüncesinin parlayan kılıcı, yaşanan teorik düğümleri bir kez daha kesip atmalıdır. Bir kez daha sınıf savaşımının yolunu, aklın ışığı aydınlatacak.

Daima diyoruz.

Bilmenin ve uygulamanın, öğrenmenin ve mücadele etmenin daima süreceğini ilan ediyoruz.

İlk sayısını 2011 yılında basılı formda yayınladığımız Daima dergisini yeni iletişim koşullarına uyarladık.

Web sitemizde ve sosyal medya hesaplarımızda önceki iki sayımızda yayımladığımız yazılarımıza ulaşabilirsiniz. Onlar hala güncelliğini koruyor. İlk sayımızda krizi incelemiştik. İkinci sayımızda ise seçimleri ele aldık.

Bundan sonra yolumuza dosyalar hazırlayarak devam etmeyeceğiz. Hızla gelişen olayları Marksizmin ve Leninizmin ışığı altında sıcağı sıcağına yorumlayacağız.

Hem kuramsal boşluğu dolduracağız hem de yeni Marksist Leninist kuşakların yetiştirilmesine katkı sunacağız.

Teorinin grisini yaşamın yeşiliyle buluşturmak dileğiyle…

Daima Dergisi Yazı Kurulu

Kriz

Dönekliğe Giden Yollar: Fransız Maoizmi

,
6 Ağustos 2011

Sarkozy’nin iktidara gelişinin en çarpıcı yönlerinden birisi, Sol döneklerden, mesela André Glucksmann gibi safını değiştirenlerden aldığı destekti. Onunla epeyce bir süre aynı yolda yürümüş birisi olarak bu tuhaf fenomeni nasıl açıklarsınız?

Bence bu meseleyi bir perspektife oturtmak, daha doğrusu, bu meseleyi daha yakından bakarak irdelemek gerekiyor. Öncelikle şu soruyu yöneltmek yerinde olacak: Niçin Gauche Prolétarienne’den  (Proleter Sol – GP) çıkan bu kadar çok sayıda Maocu dönek oldu? Bu şekilde ‘yanlış yola sapanlar’a onlar arasında rastlıyorsunuz çünkü. İkincisi, benim takip edebildiğim kadarıyla, GP ‘tabanı’ndan çok az sayıda kişi bu şekilde geriye dönenler içerisinde yer aldı. Dolayısıyla, sorunuza hafifçe daha teknik bir karakter kazandırmak üzere şunu söylemek isterim: GP ‘önderleri’ içinde niçin çok sayıda insan böylesi kötü bir yöne savruldu?


Elbette başka Maocu örgütler de vardı: Örneğin, 1970 yılında Sylvain Lazarus, Natacha Michely ve başkalarıyla birlikte kuruluşunda bizzat kendim de yer aldığım UCFML. Aslında Lazarus ve Michel, bir dizi bölünmenin peşinden GP’den katılmışlardı bizim saflarımıza, halbuki benim geçmişim onlarınkinden tamamen farklıydı: Ben PSU’dan, sosyal-demokratların arasından gelmiştim. Bizim örgütümüzde tek bir önder ya da eylemcinin -bu söyleşide konuştuğumuz anlamıyla- yanlış bir yöne saptığına tanık olmadım. GOP ve VLR gibi başka örgütlerden gelenler genellikle PCF’ye, yani Fransız Komünist Partisi’ne gittiler; başka gruplarda, özellikle PCMLF içinde, oldukça kötü bir durumda olan eski Fransız Komünist Partisi’ne çeki düzen verip yeniden bir inşaya girişme yanlısı olan dağınık kümeler de bulunuyordu.Genel olarak baktığımızda, bu insanlar hâlâ bugünkü ‘sol’un bir yerlerinde durmaktadırlar.


Gelgelelim, açıkça ve göstere göstere ‘yanlış yöne sapanlar’, o ortamda, özellikle de entelektüeller arasında genel olarak hegemonyasını kabul ettirmiş bir konumda olan GP içinden çıkmıştır (öyle ki, aralarında Glucksmann gibi bazıları, sonradan Sarkozy’nin resmi destekçileri haline bile gelmiştir). Bu kapsamda yine, Libération’un kurucusu Serge July, GP’nin sayılı figürlerinden Lenny Lévy, Jacques Alain Miller, Jean Claude Milner, askeri kanadın başında bulunan Olivier Rolin ve saflara geç gelmesine rağmen bütün gücünü ortaya koyan Glucksmann’ın kendisi gibi  isimleri zikredebiliriz. Keza, Vincennes’da önemli bir rol oynayıp, daha sonra ölümüne Amerikan yanlısı kesilen Jean-Marc Salmon gibi daha az tanınmış entelektüellerden bahsedebiliriz.

Bu saf değiştirme fenomenini kavramanın çeşitli yolları vardır. Birincisi, bu insanların birçoğunun o zamanki, 1966-1973 yıllarındaki duruma ilişkin tahlilleri hatalıydı; o yılların -en dolayımsız anlamıyla- gerçekten devrimci bir duruma denk geldiğini sanıyorlardı. Bu konuda en kestirme formülasyonlar Miller kardeşlerden çıkmıştı. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, sanırım 1978’e falan geldiğimizde onlara, “Niçin hareketten bu kadar çabuk ayrıldınız?” diye sordum. Ansızın dönmüşlerdi çünkü (o kadar ani ki, bugün bile yaşlı işçilerden, yurtlardaki göçmenlerden, fabrikalardaki Faslılardan, ‘Nasıl oldu da bu adamlar bir gecede, yüzlerini bir daha hiç görmeyeceğimiz şekilde sır olup kayboldular?’ sorusunu işitiriz). Jacques-Alain Miller soruma şu cevabı vermişti: “Çünkü bir gün bu ülkenin hayatının sükûnet içinde devam edip gittiğinin farkına vardım.” Gérard da şunu ekleyecekti:

“Çünkü iktidarı alamayacağımızı anladık.” Aslında çok aydınlatıcı bir cevaptı bu; harekete katılışlarını hayli ileri ve geri adımı bulunan uzun bir yolculuğun başı olarak değil de, iktidara açılan bir meydana atılmak gibi gören insanların tipik tepkisini yansıtıyordu. Gérard kendi  düşüncesini bütün masumiyetiyle dile getirmişti, sonradan Sosyalist Parti’ye katıldı, o da ayrı bir hikayé.

Demek ki, konjonktürü yanlış bir şekilde kavramak, bir aşamadan sonra insanı ya iddialarını dizginlemeye götürüyor, ya da, hiç vaatkâr olmayan bir atmosferde mücadeleyi sürdürmenin insanın başına bir sürü bela açıp delicesine bir çaba harcamayı gerektirdiğinin farkına varmaya. Bu insanlara, Balzacvari bir gözlükle, devrimci coşkunun kuvvetiyle iktidarı ele geçirecekleri hayaline kapılmış, fakat sonradan işlerin biraz daha karmaşık olduğu kafalarına dank etmiş ihtiraslı delikanlılar olarak bakabilirsiniz. Böyle bir bakışın geçerli olabileceğinin kanıtı, içlerinden pek çoğunun psikanaliz alanında, medyanın çeşitli kanallarında, felsefi yorumcular olarak, vb. başka yerlerde nüfuzlu pozisyonlara gelmiş olmalarıdır. Bu insanların safları terk etmeleri, kesinlikle ‘kalan ömrümü meçhul biri olarak sürdüreceğim’ tavrına benzer bir şekle bürünmemiş, bilakis, ‘doğru kart bu değildi, şimdi başka bir karta oynayacağım’ yolunda gerçekleşmiştir. 

Keza bu saf değiştirmede, daha az Balzacvari olup daha fazla ideolojik nitelik taşıyan ikinci bir ilke daha devreye girmişti. Bu ilkenin somut örnekleri, başlı başına uzun bir tarihe sahip olan, mutlaka kişisel amaçlar uğruna hareket etmeleri söz konusu olmadığı gibi genellikle dürüstlüklerinden pek ödün vermeyen ‘yeni filozoflar’ ve onların takipçileriydi. O evrede yaşadıkları durum, ‘burjuva dünyası mı, devrimci dünya mı’ alternatiflerinden ayrılıp, ‘totalitarizm mi demokrasi mi’ seçeneklerine geçiş yapmaktı sadece. Burada andığım değişim için bir tarih dahi verilebilir: 1976 yılının başlarıydı ve eski GP eylemcilerinin bir kısmı bu dalganın içinde yer almışlardı. Fakat tabii böyle bir yola sapanlar onlardan ibaret değildi, çok sayıda başka insan da tercihlerini bu yöne çevirmişlerdi. Özellikle Christian Gambet ve Guy Lardreau, GP’deki serüvenlerinin bir tür felsefi bilançosu anlamına gelen L’Ange başlıklı kitaplarını yazdıklarında bu eğilimin tipik bir örneğini sergilemiş oluyorlardı.

İşte, saf değiştirmenin dinamiğinin nasıl işlediğini bu örneklerde görebilirsiniz. Bütün olay, ‘belli bir noktadan sonra mutlak bağlılığın mutlak kölelikten, kurtuluş figürünün de barbarlık figüründen ayırt edilemez hale geldiği’ fikri etrafında dönmektedir. Soljenitsin’in anlattığı şekliyle Sovyet kampları meselesi de bunun üzerine tuz biber ekmiştir. Ayrıca bir de, Kızıl Kmerler davasını aktif biçimde destekleyenler ve daha sonradan bu davanın nasıl dehşetengiz bir zulme çevrildiğini öğrenenleri derinden sarsıp etkileyen Kamboçya ve Pol Pot garabeti vardı. Tüm bu gelişmelerin toplam sonucu, standart pişmanlık sözleriydi:

‘Mutlak radikalizmin ne denli korkunç sonuçlara yol açabileceğini öğrendim. Artık tek bildiğim, devrimci coşkuya karşı engel olarak hümanist demokrasiyi ne pahasına olursa olsun korumamız gerektiği.’

Birçok insanın bu düstura içtenlikle inanmakta olduğunu, dertlerinin de medyanın spot ışıklarının üstlerine çevrilmesi gibi şeylerle alakasının bulunmadığını kesinlikle kabul edebilirim. Yine, bu insanların içlerinden birçoğu ömürleri boyunca dürüstlüklerini muhafaza etmişlerdir (mesela Rony Brauman, mesela bu yolda çok ileriye gitmiş oldukları halde bir noktada duran, Amerikan taraftarı haline gelip Sarkozy gibilerinin kuyruğuna takılmanın bir manası olmadığını anlayan Jambet ve Lardreau gibi). Genellikle de, ‘dürüst dönekler’ diye adlandırabileceğiniz bu insanlar, ‘daha az kötü’ siyasetine doğru çekilmişler, hemen hepsi de şu veya bu yolla Sosyalist Parti’nin kapısını çalmışlardır. Fakat, Glucksmann gibi başkaları, totalitarizmin korkusundan bir araç olarak faydalanıp, bu korkunun yarattığı dalganın üstüne binmeyi tercih etmişlerdir. Onların gözünde, komünist projeden dönme fikri (ayrıca, kendilerinin komünizmin dehşetini damgalamak ve bu deneyimi etleriyle kanlarıyla yaşadıklarını, uçuruma düşmekten kıl payı kurtulup az kalsın bir Polpot’cu bile olacaklarını dillendirmek için medyaya sıçrama düşüncesi) piyasada bir boşluğu doldurabilirdi. Düşüncelerinde yanılmıyorlardı; bu planlarını ustalıkla icra ettiler, önlerindeki bütün kapılar açıldı ve televizyon programlarında neredeyse onlardan başka hiç kimseyi göremez hale geldik; bu işi temel alarak tam bir entelektüel medya imparatorluğu inşa ettiler.


Peki, ya Bernard-Henry Lévy, henüz onun adını anmadınız… Bernard-Henry Lévy, rahatlıkla tahmin edebileceğiniz üzere asla çok inançlı bir Maocu olmadı, daha ziyade bir sempatizan düzeyinde kaldı. Ama onun dışında, daha sonra edebiyat dünyasında isim yaparak yoluna devam edecek olan Olivier Rolin vardı. Keza, GP’nin militanı ya da sempatizanı konumunda olan Jean-Claude Milner gibi başkaları. Milner 1980’lerde, Les Noms indistincts kitabının piyasaya çıkışından itibaren, formel özgürlüklerin yabana atılamayacak bir şey olduğunu, Kamboçya’da yapılanların ‘soykırım’ olarak nitelenmesi gerektiğini ilan etmişti.Yine de Milner, üçüncü bir giriş noktasına açılan geçitte duran bir figürdür.

Burada araya alarak değineceğim konu Filistin-İsrail çatışmasının uzun tarihi, ‘Yahudi’ ismi meselesi, vb. mevzulardır. GP örneğinde işin bu yönü daha da önemliydi, zira bu konuda baş isim Benny Lévy’ydi, yani nam-ı diğer Pierre Victor. GP’nin karizmatik lideri oydu; onun üstünde ancak Sartre’ın ismi zikredilebilirdi. Lévy, çok etkileyici bir profil olmanın yanı sıra entelektüel bakımdan ikna etme yeteneği üst düzeyde bir siyasetçiydi; bu vasıflarıyla Sartre’ın dikkatini çekmeden önce çok sayıda militanı kendi hareketine katmıştı. Üçüncü yolu seçmesi basit bir tavır değişikliği, bariz bir siyasal U dönüşü, salt bir döneklik yaftasıyla anılamazdı; daha ziyade, onun tavrı siyasetin daha üstünde bir şey bulunduğu fikrine dayanıyordu. Benny Lévy öz olarak, eninde sonunda yalnızca tek bir şeye ilgi duyduğunu, GP’nin içinde yer almasının bu mutlak amacına ilerlemek bakımından yanlış kılavuzun peşine takıldığı bir ara dönem olduğunu iddia edebilirdi. Fakat öyle ya da böyle, çok belirgin biçimde taraf değiştirmiş, ilerici politikadan Yahudi incelemelerine kaymıştı. Dönekliğin perdesi inmiş bakışıyla devrimci siyasete bağlılık, sadece tali ve sınırlı bir önem taşıyor olmanın yanı sıra, yanlış bir istikameti temsil ediyordu artık. İşte, bu düşüncelerin hepsini biraraya getirdiğimizde, önümüze bereketli bir döneklik tablosu çıkmaktadır.

GP’den kopan birçok kişi bu rotayı benimsedi (gerçi Benny Lévy’nin zorladığı ölçüde, dini ve Yahudi kimliğini varlıklarının düzenleyici merkezi haline getirecek kadar değil). Fakat (Yahudi olsunlar olmasınlar, belirleyici faktör bu değildi) yine de bu yola girdiler; Avrupa Yahudilerinin temizlenip ‘Yahudi’ isminin ortadan kaldırılmasını, önünde sonunda totalitarizmle noktalanacak olan her türlü siyasal radikalizme karşı herkesin altında toplanması gereken bir ‘bayrak’ olarak gördüklerini ilan ettiler. 

İsrail meselesiyle uzunca bir süredir ilgilenenler ve belirli bir noktada (genellikle de şahsi sebeplerden dolayı bugün İslamkarşıtı olmak ‘kitleler’ korkusuna, banliyölerden ve yoksullardan duyulan korkuya çok yakın bir duyguyu temsil etmektedir) Arap-karşıtı haline gelenler hevesle bu sembolizme atıldılar. Bu acıklı hikâyede hiç azımsanmayacak derecede önemli bir rolü de, yozlaşmış olduğu kadar hırçın bir sekülarizmden müteşekkil bir profesör cumhuriyetçiliği ve çapsız feminist akımlar oynadılar. Ne yazık ki, bu yönelişin parsalarını sadece, ilk önce Le Pen, daha sonra Sarkozy toplayacaktı.

Sonuç olarak söyleyeceğim, GP’nin üç belirgin özelliği bulunuyordu: Birincisi, tarihin yönü konusunda bir tür sabırsızca bir megalomaniyle, Maocuların iktidarı alacak ya da en azından durumu çok hızlı biçimde kendi lehlerine çevirecek konumda oldukları inancıydı. İkincisi, son derece ideolojik bir çizgide hareket ediyorlardı: Kültür Devrimi’nden öğrendikleri başlıca ders, ideolojinin ve kişisel yeniden eğitimin başat bir önem taşıdığıydı; öyle ki bu yolda, gerçeklikten kopuk bir dizi saçma kampanyalara girişmişler, saf ideolojizme saplanmışlar, aynı derecede hayali ve ateşli bir radikalizme kapılmışlardı. Örneğin ben, ideolojiye böyle aşırı bir önem biçilmesinden dolayı, Renault Billancourt’da nasıl ‘apolitik’ mücadele komiteleri yaratmış olduklarını iyi hatırlıyorum. Milner’ın ‘siyasal dünya görüşü’ne duyduğu nefretin habercisiydi bu girişimler. Özetle, bu insanlar silahlı mücaledenin eşiğine kadar geldiler, korkuyla geri çekildiklerinde de bir sürü U dönüşünün ardından, ‘Bakın, biz ne kadar aşırı uca gitmiştik’ diyerek şefkat ve pişmanlık karışımı bir nakarat tutturmaya koyuldular.

Üçüncüsü, bu insanlar her zaman cemaatçiydiler. Kendileriyle anlaşamadığımız noktalardan birisi (ki bizim ilişkilerimiz hep kötüydü), fabrikalarda ‘Arap işçileri hareketi’ kurmaya karar verdiklerinde çıkmıştı. Biz ‘Fransa’nın uluslararası proletaryası’ fikrine sadık kalıp, cemaat temelindeki bu ayrılıkçılığa temelden itiraz ediyorduk. Uzun vadeli sonuçlar doğuran, belirleyici bir mücadeleydi bu: Arap işçileri hareketi kuranlar bir gün gelip U dönüşü yapabilirler, her türlü cemaat temelli kurumun savunucusu haline gelebilirlerdi. Nitekim, bugün İsrail ordusunun paralı uşaklığını yapan insanların birçoğu GP zamanında, maceracı ve son derece tehlikeli bir tarzda, fiili durumla hemen hiç ilgisi olmayan bir havayla ateşli Filistin taraftarıydılar.

Bir kere daha söylemek gerekirse (ve burada sadece kendi çevrem adına konuşmadığımı belirteyim), yukarıda saydığım üç vasfın bileşimi ancak Maoculuğu söz konusu oldukça GP’ye uygulanabilir; fakat 1969’dan sonraki GP için daha geçerli olduğu kesindir. Bu GP’nin Fransa’da, Kültür Devrimi döneminde Çin Kızıl Muhafızlarının kötü olan her türlü özelliğinin mirasçısı olduğunu söyleyebilirsiniz. Bazı Kızıl Muhafız grupları 1967-1969 arası yıllarda, muktedir bir ideoloji ve görkemli şiddet eylemleri yoluyla her durumu tersine çevirebileceği fikrini geliştirmişlerdi. Ben, Pekin Kızıl Muhafızlarının önde gelen simalarından Kuai Dafu’nun, GP’nin önder kadroları içinde çok benzeri olduğunu hep düşünmüşümdür; ne de olsa hepsi, ‘insanı en derinden değiştirmek’ gerektiğini söyleyip duran gözde Çinli önderleri Lin Biao’ya hayranlık duyuyorlardı. Eylemci metafiziği belli ki çok hoşlarına gitmekteydi.


Bu oldukça tuhaf. Benim hatırladığım kadarıyla, sizin içinde bulunduğunuz örgüt fazlasıyla sekter olmasıyla tanınıyordu, halbuki GP daha doğru düzgün tipleri kendine çekmişti. Üstelik böyle düşünen tek kişi değildim ben. UCFML saflarındakiler Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao resimlerinin olduğu bayraklar ve flamalarla yürümeye bayılır, hiç değişmeyen bu sırayla onların isimlerini haykırırlardı.


Hayır, öyle değildi, işler nasıl böyle arap saçına dönmüş! Sizin bahsettiğiniz kişiler PCMLF örgütündendi (bunlar içlerine kapalı bir takımdı, gerçekte Stalinistlerdi). Çin-Sovyet çatışmasının başladığı günlerden itibaren Çin devletine daha bir yakınlık duyuyorlardı.

Bugünden baktığınızda, PCMLF ile UCFML arasında fazla bir farklılığın bulunmadığına dikkat çekebilirsiniz… Ancak takdir edersiniz ki, devrimci politikada ‘nüanslar’ büyük önem taşır. PCMLF ile UCFML, gece ile gündüz kadar birbirlerinden ayrıydılar.


Bence Fransa’da üç değişik Maoculuk yorumu geçerliydi. Birinci ve en eski yorum, Kruşçev döneminde SSCB’ye karşı takınılan tutumun tersine, Çin’in ilk baştaki katı Stalinizm çizgisine bağlı kaldığı ve Stalinizmden vazgeçilmesinin er ya da geç genel bir dağılışla sonuçlanacağı (ki bu noktada yanılmamışlardı!) görüşüydü. Bu eğilimdeki insanlar, resmi FKP’nin ve SSCB’nin revizyonizmine karşı sınıf mücadelesinden yana olan gerçek bir komünist partisi inşa edeceklerine inanarak PCMLF’yi kurmuşlardı. Oysa bu hem dogmatik hem de nostaljik bir yorumdu. Ama eski işçi sınıfı militanlarını bulabileceğiniz tek yer de burasıydı (bütün Maocu gruplarda gençler toplanmışlardı; yaşlılar, büyük Thorez çağına, Parti’nin fabrikalara ve yerleşim sitelerine hakim olduğu 1950’li yıllara nostalji duyanlar ise bu akımların yanına bile uğramıyorlardı). Dolayısıyla, buna gerçek-ten muhafazakâr bir yorum dememizde sakınca yoktur. Diğer uçtaysa, GP’nin neredeyse anarşist denebilecek, ultra sol yorumu vardı: Cesurca taarruza geçtiniz, ustaca bir performans gösterdiniz, ‘kafada devrimi’ yaptınız, ‘kitleler içinde eridiniz’, basın yayın organlarını da her zaman dikkatli gözlerle takip ettiniz, vb. Örgütlenme son derece merkezi ve gizliydi; açığa çıktığında, kitlelerin enerjisini ‘serbest bırakmak’ üzere beş dakikada yayılırdı.


Bize, UCFML’ye gelince, biz, kendini bir ‘ortacı’ olarak tarif etmiş Mao’nun her zaman savunduğu anlamda orta sol bir örgüttük. Maocu esasların üç temel noktasını hayata geçiriyorduk: Birincisi, halkla her zaman bağları sıkı tutmak zorundaydık, entelektüellere uygun politika kapalı odalarda tartışmalara dalmak değil, topluma varan bir yolculuk olmalıydı. Siyasal çalışma fabrikalarda, yerleşim birimlerinde, yurtlarda faaliyet yürütmek şeklinde tanımlanıyordu. Önemli olan her zaman için, halkın fiili hayatının ortasında siyasal örgütlenmeye gitmekti. İkincisi, burjuva devletinin kurumlarında yer almamamız gerekiyordu:

Geleneksel sendikalara ve seçim mekanizmasına karşıydık. İşçi bürokrasilerinden sızmalara karşı tetikte durur, seçimlere dahil olmazdık; bu tutumumuz bizi Troçkistlerle kökten ayırırdı.

Üçüncü nokta, eski örgütlenme biçimlerini sürdürerek, kendimize ‘parti’ demekte hiç acele etmememizdi; fiili siyasal süreçlere çok yakın olmayı bir zorunluluk sayıyorduk. Bütün bunların sonucunda, diğer iki ana akımla keskin bir karşıtlığa girmiştik. Kurucu niteliğindeki broşürümüzde hem sağdaki PCMLF’ye hem de ‘soldaki’ GP’ye saldırıyorduk. İki cephede birden mücadele…


YA TE QUEL?

    
Onlar son dönemki Maoculardı. Tel Quel’cilerin Mayıs 1968’den çıkardıkları ilk ders, daha ziyade sürrealistlerin 1920’ler ve 1930’larda, komünistleri -sözcüğün yenilikçi kuvvetiyle içeriden devrimcileştirmeyi hedefleyerek tekrarladıkları bir entrizmle, FKP’ye katılmaları gerektiğiydi. Bu doğrultuda daha Maocu bir yüzeysel bir kabuktu). Ama bunu yaptılar ve söylemek gerekir ki, Maoculuğun içinden geçtiler. Philippe Sollers, 1970’lerden bugüne (Waldeck Rochet’den7 Balladur ve Royal’e) tuhaf bir güzergâh takip eden kişiler arasındadır.

GP tipindeki Maoculuğun, beş yılı aşkın bir süre boyunca, diyelim 1969’dan 1974’e kadar entelektüeller arasında moda olduğundan çok fazla öne çıktığını not etmek önemlidir. Birçok insan sırf bu sebeple o örgüte yakın olmuş, içinde yer almıştır (sözgelimi, Sollers ve Sartre’ın yanı sıra Jean-Luc Godard). Adı geçen entelektüellerle sanatçıları cezbeden şey, militanlık ve radikalizm halesiydi; GP’nin sürdürmekte olduğu, genellikle uydurma ve halkın bilincini bulandırmaya teşne fiili politikayla çok yakından ilgilenmezlerdi. GP propagandasının yaydığı hemen her şey yarı gerçekdışıydı; bir kedi yavrusunun olduğu yerde Bengal kaplanı gördüklerini söylerlerdi.

Örgütlerin ortamı bakımından toplumsal kökenlerde bir farklılık gözlediniz mi?


Bu noktada hiçbir ayrıntıyı özellikle incelemiş değilim, fakat olaylara dair kişisel algıma göre, GP’nin içinde -Rus anarşist hareketini akla getirir kapsamda- birçok genç büyük burjuvanın yer almış olduğu apaçık ortadadır. Yine aynı ortamlardan, aileleriyle bağlarını koparmış genç kadınlar da bulunuyordu. GP’nin toplantılarını kocaman dairelerde yaptığı bilinen bir şeydir –bazen bu toplantılara ben de katılmış ve tartışmalarda yer almışımdır.

GP Haziran 1968’de Flins’teki Renault fabrikasına büyük bir grup gönderdiğinde (hemen hatırlayalım, onlardan biri Gilles Tautin ayaklanma polisince öldürülmüştü), civardaki kırsal bölgelere dağılmış adamları yeniden toparlamak üzere acil bir ağ örgütlenmesine gidilmişti; ben dahil olmak üzere Paris’in entelektüel burjuvazisinin geniş bir kesimi de arabalarıyla bu militanları kurtarmaya koşmuşlardı. Godard’ın Tout va bien filmi, bu türde (aynı zamanda hem burjuva, hem militan, hem mesafeli hem de modaya kapılmış) bir sempatik tavrın iyi örneklerindendir. Fabrikadaki olaylarda Yves Montand karakterinin büyüleyici derecede etkili görünmesi, tamamiyle GP’nin o sıralarda entelektüeller üzerindeki cazibesinin bir yansımasıdır. Fakat unutmamak gerekir ki, UCFML gibi GP’nin içinde de işçiler, gençler, Cezayirliler ve her türden insan birlikte yer alıyorlardı.

Komünistlerle yaşadığım deneyim beni fazla temkinli olmaya itmeseydi, sanırım ben de aynı istikamete yönelirdim.

    Evet, şayet göze batan tavırlara bürünme -gerçekte olmayan şeylerle övünme- öğesi ve militanlığın histeri boyutlarına vardırılması çok erken başgöstermeseydi ben de. Kendi payıma ben bağlılığımı hep korudum, bu benim açımdan gençlik yaramazlığı değildi. Onlarınki maceracı ve içi boş, ama aynı zamanda heyecan verici bir eylemcilikti; moda bir politikaydı, kişisel kökleri çok derinlere uzanmasa bile fiili bir gerçekliğe yaslanıyordu –GP içinde bütün bunlar, yakın dönemlerde ve şimdilerde izlemekte olduğumuz görkemli saf değiştirmeleri mümkün kılmıştı. Heyecan olarak politika iyi bir şey değildir. Fransa’daki kanonik örnek, 1930’ların büyük umudu, Saint-Denis’in komünist belediye başkanı Jacques Doriot’ydu. Doriot, proleter askerlerinin başında savaş alanına atılan Dionysosvari bir önderdi. Oysa bu tür bir hayalperestlik tam bir geri dönüşe de zemin hazırlayabilirdi, çünkü spot ışıklarında kalmak için kendinize biçtiğiniz heyecan dolu imajı hep korumanız gerektiğinde, tam bir yön değişikliğine de mecbur kalırdınız. Nitekim Doriot daha sonra namlı bir faşist, Nazilerin katmerli işbirlikçilerinden birisi olmuştur.

Fransızların karakteristik bir özelliği olan, birçok bakımdan mükemmel bir şey olmakla birlikte kendine özgü patolojileri bulunan entelektüeller ile siyaset arasındaki bağ da Doriot’culuk fenomenini ağırlaştıran bir etki yapmıştır. Zaten 1969 yılı civarında en yüzeysel biçimiyle ‘Maoculuk’un bir tür hegemonya kurması da, eğilimleri takip eden entelektüel ortama bağlı bir sonuçtu. Şimdi buna benzer ve aynı derecede tuhaf bir fenomeni; eski Maocu entelektüellerin tam bir tornistanla televizyon parmaklığına yaslanmış, her türlü ilerici politikaya çığırtkanlıkla karşı çıkışlarını izliyoruz. Doriot makineli tüfek ateşiyle arabasının içinde öldürüldüğünde, üzerinde SS üniforması vardı. Bizim ‘Maocu’ döneklerimiz söz konusu olduğunda da gerçekten bir fars olarak Doriot’culuktan bahsetmemiz yersiz kaçmayacak.

SON GÖNDERİ