Toplumun Siyasallaşması Siyasetin Toplumsallaşması
7 Haziran 2015 seçimlerinin gündeme gelmesiyle birlikte sol içinde kapsamlı bir tartışma başladı. Bir eğilim, seçimlerin çeşitli nedenlerle tercih edilmemesi gereken bir mecra olduğunu ifade ediyor. Bu alanda ilk sorun, seçimlerle ilgili tartışmanın “tartışmalardan herhangi bir tartışma” olarak kabul ediliyor olması. Durum şöyle formüle edilebilir “seçimler önemsizdir ve bunun doğal sonucu olarak seçimlerle ilgili tartışmak da önemsizdir”.
Seçimler tartışmasında bir ölçüde hata yapılmış olsa bile, bunun çok büyük bir kayıp olmayacağı düşüncesi, durumun hafifletilmesine yol açıyor ama bu doğru değil. Seçimler tartışmasında yapılan hataların sonucu, anıldığı gibi hafif değil ağır oluyor. Bu konudaki isabetsiz tutumlar zincirleme bir kazaya sebep oluyor.
Sol, hayatın olağan aktığı zamanlarda çok bilindik bir şekilde toplumu siyasallaştırmaya çalışır. İstediği, halk kesimlerinin siyasal konularla ilgilenmesi ve siyasal konulara ilişkin tavırlar geliştirmesidir. Eğer halk siyasetle ilgilenmezse, solun halkın önüne sorular ve cevaplar ortaya atabilme imkanı kalmaz. Mevcut sistem herhangi bir politik eleştiriye maruz kalmadan, aksaman devam eder. Bu nedenlerle solun doğal görevi halkın politize edilmesi ve sistemin sorgulanmasıdır.
“Kamusal alanın ekonomik dehşete eşlik eden vahşi güçler ve soyut ahlakçılık tarafından sıkıştırıldığı bir depolitizasyon çağına girmemiz (siyasetin yok olması) endişesini tasdik ediyor. Siyasetin ve onun belli doğal özelliklerinin (proje, irade, kolektif eylem) zayıflaması post-modern jargonu doğuruyor” derken Arendt siyasetin ne olduğunu ve onun geriletildiği koşullarda neyin çıkageleceğini ortaya koyuyor.
Seçimler bu imkanı kendiliğinden solun önüne getirir. Seçimler sürecine giren halk politize olur ve politik sorunlar üzerinde düşünmeye başlar. İşte bu da solun tam arayışı içinde olduğu iklimdir. Sol diğer zamanlardaçok politik bir hayat kurgulamakla eleştirilip, kendisinden bu nedenle uzak durulurken, seçimler zamanında koşullar değişir. Seçimlerin gündeme geldiği zamanlar, sol için en büyük fırsat olan zamanlardır. Bu her zaman neredeyse bir kural gibi işler.
Seçimlerle gerekli ilişkiyi kuramayan sol, çok büyük bir politikleşme dönemini ve imkanını kaçırmış olur her seferinde. Mücadele yürütmek için çok elverişli zeminlerden birini, elinin tersiyle itmiş durumuna düşer. Çünkü çok yüksek bir politikleşme sürecini reddetmesinin izah edilir bir yanı olduğu düşünülemez.
Siyaset varsa sol da vardır, siyaset yoksa sol da tükenmeye başlar.
Solun politikleşme süreçleriyle ilgilenmemesinin birden fazla arka planı var.
Toplumun politikleşmiş olmasına önem verilmiyor ve daha da kötüsü politik olmanın kendisine önem verilmiyor diyebiliriz. Bir bakış açısı, politikanın kirli nitelikte olduğunu ileri sürüyor ve bundan uzak durmak gerektiğini düşünüyor. Bu naif ve ilkesel bir tutum olarak görülebilir. Mandıra Filozofu filmindeki mandıra filozofu ya da Entelköy Efeköy’e Karşı filmindeki deli komünist, bu profili gözümüzün önünde canlandırabilir.
Bir başka tutum ise devletin zor aygıtlarının yıllardır sürdürdüğü baskının sonucu olarak bir tür örselenme ve o aygıtın “politik olma sakın” ültimatomunu tamamen kabul etme halidir. Bunların bir kısmı asker-polis değil, akrabaları bile “bırak bu işleri” dese, derhal siyasetten uzaklaşırlar. Örgütlü sol mücadelenin bütün dönekleri bu kapsamdadır. Bu ikisi de ne yaptığının farkında.
Üçüncü tutumu gözlemlersek, bilmeyerek yanlış yaptıklarını hissedebiliriz. Bu tutum politik olmakla, olmamanın ayrımını yapamıyor. Her türlü etkinliği politik olmak sanıyor.
ŞİMDİKİ ZAMANLARDA SEÇİMİN ANLAMI
Bir ülke çapındaki büyük politik meseleler, o ülkedeki sıradan insanların önüne seçimler aracılığıyla gelir. Modern toplumlarda tespit edilmesi gereken gerçek budur. Modern kapitalist rejim bundan yüzyıl önceki rejim olmanın ötesinde. Seçimlerin düzenli olarak yapılıyor olması kapitalist ülkelerdeki siyasetin ele alınışı değiştiriyor. Seçimlerin olması bir meşruiyet yaratıyor ve yaratabilmesi olağandır. Sol bunu ilanihaye bir yanılsama ya da manipülasyon olarak değerlendiremez. Ne kadar karşı etki yapılmaya çalışılsa da, HDP Türkiye’deki seçimlerden %13 oy alarak çıkmayı başarabildi.
Seçimler durmaksızın önümüze ülke meselelerini getirir. O nedenle yararlıdır.Ülke meseleleri sadece solun önüne gelmez, halkın da önüne gelir.Diğer zamanlarda solun hep yapmak istediği, halkı politikayla ilişkilendirme işi seçimler zamanında çok kolaylaşır. Sol siyasi tavrını ortaya koyar ve sonuçlarını tartışmaya mahal vermeyecek düzeyde, net olarak görür. Sonuçlar bu kadar açıkken çok spekülatif olma imkanı ortadan kalkar. Denenmiştir, sınanmıştır ve sonuçları alınmıştır. Sonuçlar istese de istemese de solu gerçekçi olmaya doğru iter. Solu soyut, hamasi ve apolitik olmaktan kurtarır.
Bir ülkede seçimler beni ilgilendirmiyor dediğinizde, o ülkede seçimler aracılığıyla gündeme getirilen büyük politik meselelerden kopma realitesiyle karşı karşıya kalırsınız. Bir yurttaş için, gidip oy atarak kendisini yönetecek insanları belirlemesi önemlidir. Kemer sıkma politikalarına evet yada hayır demek önemlidir. Bunları boş verip, sosyal ilişkilerin kurulması ve arttırılması yönünde bir faaliyet, solcu bir faaliyet olamaz. İnsanların sosyal ilişkiler kurması dahi hiçbir sebep ve ihtiyaç yokken mümkün değildir. “Sosyal ilişki için sosyal ilişki”den devrimci sonuçlar çıkmaz.
Türkiye’de bir sol örgüt ancak seçimlerle ilgilenirse “amatör örgüt” olmaktan kurtulmaya başlayabilir. Seçimlerin zorlayıcılığı ve sürükleyiciliğinden uzak kalan örgüt, konjonktürü yakalayamaz. Oysa konjonktürü yakalamak bir hayat memat meselesidir. Zaten eğer becerebilirse, bütün örgütler bir konjonktür örgütüdür. Bolşevik Parti de, Devrimci Yol’da birer konjonktür örgütleriydiler. Zaten hiç kimse sabit olamaz. Sabit olabilecek tek insan topluluğu, paralı askerlerdir.
İnsanlar politik bir hedefi ciddiye alırlar, o politik hedefe kilitlenirler ve o hedefi gerçekleştirmek için canlarını dişlerine takıp bir araya gelirler. Devrimci örgüt sadece ve sadece o bir araya gelenlerdir. Bir araya gelenlerin, güncel bir ortak hareket etme sebepleri vardır. Bu neden yoksa siyaset yapılamaz. Sol örgütlerin neferleri sanıldığı gibi “sebepsiz asi” değillerdir. Çok popüler bir sebepsiz asi vardır ama o kişi, ünlü Amerikalı aktör James Dean’dir. Burjuva popüler kültürü asiliğe ancak sebepsiz olmayı uygun görebilir. Tahammül edebileceği son sınır budur. Bir asinin sebepli olmasını kabul edemez ve onu barındırmaz. Çünkü gerçek asiliğin, gerçek sebebi bizzat burjuva düzenidir. Kendisinin “isyan sebebi” olduğu filmleri çekemeyeceği için, yarattığı aktör sebepsiz asidir.
Burjuvazi kendisini esastan korumak için sebepsiz asi yaratıp, sebepli isyanların içeriğini boşaltmak peşindedir. Peki bizim sola ne oluyor da politik sebepsizliğe bu kadar hayran kalıyor. Cevabı, solun bu alanda da burjuvazinin etkisine karşı gerilemiş olmasıdır. O kadar gerilemiş vaziyette ki, burjuvazinin fikirlerini kendi fikirleriymiş gibi savunuyor.
Seçimlerin karşımıza çıkardığı sorunlar üzerine programatik olarak düşünmek ve çözüm için hedefler belirlemek, sebepsiz ve hedefsiz asi olmaktan yüz kat daha iyidir. Seçimlere girmekle elbette ülkedeki burjuva hakimiyetine son verici bir sarsıntı yaratılamaz. Burjuva hakimiyetine son verilmek isteniyorsa seçimler esnasında büyük sorunlar üzerine kafa patlatmak ve çözüm uygulamalarını denemek gerekir. Bir örgüt ancak böyle bilenip deneyim kazanır. Böyle bir deneyim kazanma süreci yaşamayanlar devrimci hamleyi yapacak birikimi elde etmekten yoksun kalır. Gülümseme denemeleri yapmayanlar, son gülüp iyi gülemezler.
Seçimlere girmek ve mecliste temsil edilme imkanı kazanmak çabasını, parlamentarizme yöneliyor olmakla eleştirmek yersizdir. Bir emekçi iktidarıyla sonuçlanacak devrime gerek olmadığı, bunu parlamentoda yer alarak halledeceğiniz ileri sürülüyorsa bu eleştiri geçerli olabilir. Biraz tarih bilenler bunu ileri sürmezler. Ne var ki bu eleştiriyi gündeme getirerek korkuluklar yaratmaya çalışmak hiç de doğru bir yaklaşım olarak düşünülemez. Parlamentonun olumsuz etkilerini dile getirenlerin, diğer hiçbir alanın sola olumsuz etkilerini en ufak bir enerjiyle bile gündeme getirmemeleri semptomatiktir.
Parlamentarizm eleştirisinde bir ikna edici olmayan yöne daha değinmekte yarar var. Bu eleştiriyi yapanların bir kesiminin; zaten kendi örgütlenmelerini, mecliste temsil edilmeyi hedef alan yasal parti tarzında oluşturduklarını görüyoruz. Bu çelişkili bir durumdur. Aynı zamanda bu nitelikte olan partiler geçmişte defalarca her türlü seçime girmiş durumdalar. Geçmişte anlamlı ve önemli bularak girmiş oldukları seçimlerin şimdi ne olup da anlamsız ve önemsiz bir hale geldiği, açıklanmayı gerektiren bir konudur.
SEÇİM BAŞARISI İTTİFAKLARIN BAŞARISIDIR
Dünyanın en başarılını devrimini yapmış olan Bolşevikler devrimi tek başlarına yapmadılar. Tek başlarına yapamayacaklarını bildikleri için, başkaları ile birlikte yapabilecekleri araçları ürettiler. Sovyetler başka örgütlerle birlikte iş yapabilmenin de bir aracıydı. En başarılı devrim bile ancak bir ittifaklar silsilesiyle yapılmışken, seçimler söz konusu olabilecek bütün ittifakların dışında gerçekleşemez. Seçimlere girecekseniz kimle ittifak edeceğinizi düşüneceksiniz demektir. Düşünmezseniz yüzde birin altında oylar almaya başlarsınız ve bu da kimsenin bir manipülasyonu değil gerçekliktir. Bu gerçekliği kabul etmemek her şeyi daha kötüye doğru sürükler. Syriza son derece modern bir ittifaklar manzumesidir. Kürt hareketi solla birlikte olmasa ve batıya seslenmese %13 oy alamaz. Bütün büyük seçim başarıları, ittifakların başarılarıdır.
Türkiye’de sol seçimi düşündüğü zaman, ittifakları da düşünmek durumuna gelir. Zaten solun asıl olarak zorlandığı konu da budur. Solun muhtemel müttefiki, rakip sosyalist örgüt değil. Muhtemel müttefik, sol eğilimli bir ulusal harekettir. Sol bu ittifak ilişkisinde neden zorlanıyor? Çünkü sol, kendi örgütünün ve kendi toplumunun, Kürt hareketine karşı olumsuz reaksiyonlarını azaltıcı bir çabayı yeterince göstermemiş durumda. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da, ittifak etme imkanları en aza düşürmüş oluyor.
Gezi Direnişi’nin ünlü fotoğrafı Atatürklü bayrak taşıyanla, HDP bayrağı taşıyanın el ele tutuştuğu fotoğraftı. Gezi’nin ittifak ilişkileri konusunda anlatmaya çalıştığı buydu. Bu çok olumlu resim ne yapılıp edilip yalnız ve güzel ülkem/örgütüm resmine dönüştürülmemelidir. Gezi’de her politik eğilimden insan AKP baskıcılığına karşı direndi ve bu en doğru işti. Başarmamızı sağlayan da buydu. Gezi’nin topraklarına ve çimenlerine bulanarak otururken her türlü steril olma havasından da uzaklaşmıştık. Topraklara ve çimenlere bulanmakla birlikte, birbirimize de bulandık. Toprakta, çimende ve panzerin önünde duran herkes bizim için iyiydi artık.
Aynı durum seçimler için de geçerlidir. İttifak etmeden başarı bir politik sonuç almak mümkün değildir.
GEZİ VE FORUMLAR
Gezi Direnişi sadece Gezi Direnişi olarak yeterli değildir. Gezi bir çok yönden, çok derin konuları sol siyasetin gündemine getirmiş olmakla birlikte, naiftir. Daha başlangıçtır. “Protestoların vahim zayıflığı kendisini asgari bir pozitif sosyo-politik değişim programına dönüştüremeyen sahici bir öfkeyi ifade ediyorlar” demekte haklı Zizek. Gezi potansiyelinin bir politik güce, bir politik örgüte ve seçim sonuçlarına dönüştürülmesi gerekir. Gezi’yi gelmiş ve geçmiş, hoş bir seda olarak ele almak hepimizin hatası olur.
Gezi kapitalizmin yeşili bitiren makro sonuçlarına karşı itirazda bulunan, makro bir direniştir. Gezi, kendi direnişinin konusunu ve yolunu herkese böyle anlatır. Katledilmek istenen üç-beş ağaç değildir, daha da beteri, son üç-beş ağaçtır. Bu kapitalizmin uzun süreli büyük döngüsünün ağır bir sonucudur. İnsanlık aslında kapitalizmin dünyada yarattığı küçük hasarlarla mücadele etmekten yorgun düşmüş durumda. Sermaye birikimi mantığının insanda yarattığı yabancılaşma artık bir mücadele konusu değil. Neredeyse sömürülmek bile mücadele konusu olmaktan çıkmış halde. İnsanlık son nefesiyle ancak sistemin her şeyi bittiğini gösteren felaket düzeyindeki kaçınılamayan sonuçlarına karşı tepki ortaya koyuyor.
İnsanlık, Ekim Devrimi’nin aklı yenildiğinden beri, akıl yürütmekten vazgeçti. Bu gelişmeler beni nereye götürür diye akli çıkarsamalar yapmıyor. Akıl yürütmeye başvurmaksızın, iki gözünün önünde tezahür eden felaketlere, felaket olduğundan emin olabildiği sonuçlara isyan ediyor. Gezi Direnişi, parkın yok edilme tehlikesine verdiği tepkiyle ölçeği bir kez daha hatırlattı. Tepki, büyük gelişmelere karşı veriliyor. Buradan edinilen bilgilerden birisi şudur: Eğer Gezi Direnişi ölçeğinde bir gelişme olmayacaksa onun yerini tutabilme seviyesini yakalayabilen imkan ancak seçimler süreci olacaktır. Kısmi eylemler Gezi Direnişi’nin yarattığı tansiyonunun yerini tutamaz. Tutamadığını hep birlikte gördük sayılabilir.
Gezi Direnişi bize meclis-forum örgütlenmeleri konusunda da bir öncelik sonralık ilişkisi fikri verdi. Forumlar, hareket çok yüksek düzeyde patladıktan sonra, ne yapacağını belirlemek kaygısıyla ortaya çıktı. Yani küçük küçük forumlar şurada burada birbirinden kopuk olarak değerlendirmeler yaptığı için Gezi Direnişi başlamadı. Belirleyici olan Gezi’nin direnmek yönündeki politik hamlesiydi.
Gezi’deki forumlara değinmenin vesilesiyle, solun forumlar-meclisler hakkındaki yaklaşımını da ele alabiliriz. Sol, Gezi’de ve onun hemen sonrasında ortaya çıkan park meclislerine EHP ve Halkevleri hariç gerekli ilgiyi göstermedi. Denilebilir ki bunda çok ayırt edici ne var, sol birçok konuya gerekli ilgiyi göstermiyor. Doğru ama dikkat çekici olan yön şu, sol Gezi’de oluşan meclisler-forumlar dışındaki, bütün meclis ve forumlara büyük bir önem verme tutumuna sahip olabiliyor. Sol kendine göre tam burada önemli bir manevra yapıyor. Kendiliğinden oluşan meclisleri-forumları önemsemiyor ama kendisinin kurmak istediği meclisleri-forumları had safhada önemsiyor. Her politik çevre bizzat kendisinin kuracağı meclise inanılması zor anlamlar ve işlevler yüklüyor; büyük bir yüceltmeyle sarıp sarmalıyor.
Meclislerin gerçek anlamını bulduğu yerler Gezi’yle birlikte ortaya çıkmıştı. Her türlü politik çevre ve kişinin rahatlıkla içinde yer alıp görüşlerini ileri sürebileceği, etkin olabileceği zemin oralardı. Halk kendiliğinden katılıyordu park meclislerine, “aman katılın” diye telaş edilecek bir gerilim yoktu. Buna rağmen büyük bir çoğunlukla bu meclislere sal tarafından katılım gösterilmedi.
Neden katılım gösterilmedi diyerek kafa yoracak olursak, öncelikle solun kendi tarihini ve metodunu erozyona uğrattığını söyleyebiliriz. Sol, bu meclisleri bir sovyet, şura ya da komite gibi göremedi. Tarihim tarihim diyerek yeri göğü inletirken, tarihindeki örneklerle mevcut meclisler arasında bir paralellik kuramadı. Kendi örgütü varken böyle bir yapıya gerek olup olmadığına karar veremedi yöntemsel olarak. Çünkü sol, meclisleri ağırlıklı olarak kendi örgütünün bir alt birimi olarak görüyor. Bu bakışın bir başka versiyonu olarak da meclisler, mevcut esas örgütün bir yan kuruluşu gibi ele alınabiliyor.
Sol meclisleri Rusya’daki sovyetler gibi bütün örgütleri ve halkı kapsayan bir üst çerçeve olarak göremiyor. Bunun ilk nedeni başka bir bakış açısını etkin kılacak demokrasi kültürünün iç ilişkilerinde geçerli olmaması. Solun kendisine benzeyen diğer yapılarla ve bireylerle sürekliği koruyabilecek bir demokratik ilişki alışkanlığı yok. Sol hem tartışıp, hem yarışıp, hem de anlaşamıyor. Bu nedenle gerçek meclis ilişkilerinin içinde daimi olarak yer alamıyor ve almak istemiyor.
Solun kendisine yakın bulduğu meclis, “dikensiz gül bahçesi meclisi”. İtiraz eden olmasın, her öneri alkışlarla kabul edilsin ve devamlı ne kadar doğru bir yolda olduğumuz ifade edilsin. Bu ancak tek siyasal eğilimin bulunabileceği meclistir daha doğrusu meclis değil, örgüt birimidir.
Solun meclislere gelmemesinin diğer bir nedeni de, çok akıllıca gözüken ama gerçekte öyle olmayan bir düşünüştü. Bu düşünüşe göre sol meclislere-forumlara hiç gitmediği takdirde, buralar etkin olmaktan düşerek sönerlerdi ve bunun sonucu olarak da insanlar mevcut örgütlerin kapısını çalmak zorunda kalırlardı. Tek yapılması gereken, hiçbir şey yapmamaktı.
Bunları neden söylüyorum, şundan: Ülkedeki ana politik meselelere el atmadan, seçimlere katılmadan sadece iyi ilişkiler kurmaya dayanan meclisleşme çabaları sonuç verici nitelikte olamaz. Ana politik meselelerin atlanması ve seçimler dışı kalınmasının ortaya çıkardığı sorunlar; bir örgütlenme şeklinin öne çıkarılmaya çalışılmasıyla kapatılamaz. Ne kadar ideal olursa olsun bir örgüt mimarisi, politik hamlelerin yerine ikame edilemez.
ANLATILAN KÜÇÜK BİR HİKAYE Mİ?
BBC Türkçe’den Beril Eski, Harvey’le yapılan bir röportajda şu soruyu soruyor: Profesör Harvey, sizce Gezi protestoları neden İstanbul’da küçük bir parkta başladı?
Harvey’in cevabı şöyle: Gezi Parkı İstanbul için sembolik bir merkez. Birçok insan o parktan geçmiştir. Taksim’in de hemen yanında. Aslında Gezi Parkı şehrin kalbi. Ve şehrin kalbindeki, insanların tanıdığı bir yeri yok etme önerisi pek çok insanı kızdırdı. Parkı korumak için eylem yapmalarına hiç şaşırmadım.
Beril Eski’yi bu ülkenin ortalama muhalif profilinden kabul edebiliriz. Bu soru Harvey’e sorduğu ilk soru. Tam “dakika bir gol bir” diye tabir edilecek soru. Dikkat çekici yan, Gezi’nin başlangıç yerini küçük bir park olarak tanımlaması. Orası şehirde kalan son birkaç büyük parktan biriydi. Küçük değildi. Herkesin bildiği ve önünden geçtiği merkezi bir yerdeydi. Uzak bir “yerelimizin” küçük bir parkı değildi. Beril Eski, Harvey’i bu ülke muhalifinin ortalama kodlarına yaklaştırmaya çalışıyor. O kodlar şunu anlatır: Küçük bir parka çekileceksin, herhangi bir yerelin parkı rahatlıkla olabilir bu, sonra da güzel şeyler yapacaksın yavaş yavaş. Çünkü küçük ve yerel parklar güzeldir ve muhaliflik yapmaya daha müsaittir.
Harvey’in cevabına bakacak olursak: Orası şehrin kalbi ve insanların tanıdığı bir yer, diyor. Fark bu işte. Harvey röportajcının kendi görüşünü doğrulatma çabasına prim vermiyor.
Sol siyaset değiştirebilme ihtimali olan koskocaman maddi gerçeklikten vazgeçmiş gözüküyor. Sol büyük ve bütün maddi dünya üzerinde değişiklik yaratabilme iddiasından geri çekilince, doğal olarak küçük olan her şeye dönmüş durumda yüzünü. “küçük olan güzeldir” lafı sanki solun içinde gizli bir şifre haline gelmiş vaziyette. Büyük, ülke çapında, bölge çapında vicdani olan küçük ve bizim eve yakın olan şeylerdir.
Post-modernizm 90’larda marksizme “büyük anlatı” diyerek şiddetli bir eleştiri yöneltmişti. Bütün insanlığın sorunlarını çözme iddiasıyla yola çıkan marksizmin sonuç olarak sadece totalitarizm yarattığını söylüyordu. Marksizmin bu iddiası sadece kan ve gözyaşına sebep olmuştu onlara göre. Halbuki ne gerek vardı. Mevcut düzen sabit kalmak kaydıyla küçük küçük sorunların çözümüyle uğraşılabilirdi. Post-modernizmin öğütlediği buydu. Gün oldu devran döndü sol aynı “politik olma” ihtarına uyduğu gibi “büyük düşünme sakın” ihtarına da uydu. Kendi varoluşuna tam ters bir felsefeyi savunur hale geldi. Sistemi değiştirme, dünyayı kurtarma, bütün insanlığın iyiliği için savaşma iddiasından geri bas, sonra ne yaparsan yap. Sistem, dünya ve insanlıkla ilgili bütün inisiyatifi hakim kapitalist otoriteye bırak. Böyle “büyük” meselelerle yorma o güzel kafanı, entel kafanı, naif kafanı…
Bizim solda yazı kaleme alan herkes, konuya giriş babında “yüksek siyaset” in ne kadar kötü bir iş olduğunu anlatmakla başlıyor. Neden kötü yüksek siyaset? Çünkü her şeyin küçük, alçak ve şirin olanı iyidir. Sanki Rusya’da devrim yapan bizimkiler değil. Rusya’da devrim yaptıktan sonra asıl kurtuluş için Almanya’dan devrim bekleyen bizimkiler değil. 1, 2 ve 3. Enternasyonel’i kuran bizimkiler değil.
Post-modernistlerin “büyük anlatı” sahipleri olarak marksistleri suçlaması son derece olağandır. Buna “yok biz öyle değiliz” diye cevap verilemez. Solcu olmak sadece yerel yönetimlerle ilgilenmek değildir. Avrupa ülkelerinde bunu sadece reformist akımlar iddia eder. Gerçek sol büyük, ülke ve dünya çapındaki meselelerle ilgilenir. Savaşa karşı çıkar, kapitalizmin krizler çıkardığını anlatır, ülkelerdeki büyük anti-demokratik çıkışlara karşı mücadele eder. Kendi küçük köşesine çekilmez ve bununla yetinmez.
KOLAYINA KAÇMAK
İnsan kendini bilinçli olarak hedeflerine yönlendiremediği sürece kolayına kaçar. Spor yapamaz, matematik problemlerini çözemez ve politik mücadele vermez. Kolayına gelen tarafa doğru yürür. Eğer ormanda kaybolduysanız ve hep kolayınıza gelen tarafa doğru yürüyorsanız en sonunda kendi etrafınızda dönmeye başlarsınız. Geçtiğiniz yerlerden o nedenle tekrar geçiyorsunuzdur. O nedenle eğer ormanda kaybolursanız arkanızı bir ağaca vermeli ve tam karşıda duran ağaca doğru yürümelisiniz. Eğer düz olarak yürürseniz eninde sonunda bir dereye rastlayabilirsiniz ve o zaman da dereyi takip ederek bir köye ulaşacaksınızdır.
Sol örgüt, kültürel etkinlikler alanına kaymadan, bir politikadan öteki politikaya doğru ilerlemelidir. Bunun sonucunda kendi politik hipotezlerinin doğrulandığını ya da doğrulanmadığını görebilir. Yönünü buna göre tayin eder. Bu sonuca ulaşabilmek için deneyini yarım bırakmadan ve başka bir deneye girişmeden süreci tamamlamalıdır. Kültürel alan, sol örgütün gerçek anlamda denendiği bir alan değildir.
Deney kolaya kaçarak, deneyden yorularak ya da sıkılarak sonuçlandırılamaz. Deneyler sonuçlandırılamıyorsa da her şey boştur. Bir bilememek ve anlayamamak denizinde yüzülüp durulur. Eğer denemezsek toplumun politik önermelerimizi koşulsuz olarak benimsemesini beklemeye başlarız. Bu sonuçsuz bir bekleyiştir. Hiçbir toplum, solcuların önermelerini gözü kapalı olarak kabul etmez. Tarihsel gelişmelerin onları haklı çıkarıp çıkarmadıklarına bakar ve sadece buna bakar. Şanlı geçmişimizde ne kadar kutsal olaylar olduğuna bakmaz.
Deneye girmeyen sol insanların sorgulamadan, tartışmadan, denemeden solcu olmalarını bekler. Neden solcu olacaklardır, bizle arkadaş oldukları için. Bui “hatır” için solculuk talep etmek durumuna düşüyoruz demektir. Zaten solcular arasında yaygınlaşan ve yerleşen terminoloji de bize bazı konuları aydınlatır. Sol bu hatır-gönül işleri üzerinden gittiği ve sonradan öğrendiği diplomasiye çok büyük değer verdiği için “niyet okuması yapmayalım” ifadesi kendi içindeki ilişkilerde çok yaygınlaştı. Oysa ki marksimin bütün faaliyeti, derin bir niyet okuması yapmaktır. Marksizm sermaye sınıfının, burjuva politikacılarının ve reformistlerin niyetlerini okuma işiyle uğraşır. Edilen her lafı sorgular. Ücretle işçi sınıfının hakkının ödendiği lafına inanmaz. Rusya’daki hükümetin savaş kararını doğru bulmaz. Plehanov’un vatan savunması lafından başka bir şey anlar. Söylenen ile olan arasında kıyaslamalar yapar. Söylenen niyetin arkasındaki gerçeği okumaya çalışır. Gerçeğin üzerine örtülmüş olan şalı indirme çabasındadır.
Bunları ele almalıyız, çünkü deney çok önemlidir. Sol deneyden uzaklaşma eğilimindedir. Fikirleri, uzun zamandır denenmemiş önermelerden oluşmaktadır. Deneyler arenasına çıkmak zorundadır ve çıkmalıdır. Ne var ki sol deneyler arenasına çıkmak bir yana fikirlerin bir deneyler dizisinin sonucunda ortaya çıktığı temelinden bile kopma eğilimindedir.
Örneğin AKP halkın kendi kafalarına yatmayan bir eğilimi ortaya çıktığında bunu tamamen bir algı operasyonu olarak görmektedir. Bu onların idealist felsefi kurgularına gayet uygun bir değerlendirme şekli. Aslında her şey insanların kafalarında, duyusal yani Cem Yılmaz’ın ifadesiyle duygusal. Hatırlarsak, Cem Yılmaz duygusal derken parmaklarının ucunu kıpırdatmaktadır. Yani para, maddi durum. Bu dizilişte biz solcular Cem Yılmaz’ın tarafına düşüyoruz olsa gerek. İnsanların algılarını, görüşlerini; maddi koşulları, çıkarları, konumları yaratır. Tersi değil. Sorun şu, sol buna Cem Yılmaz’ın gösterdiği kadar dikkat göstermiyor. Algının, algı operasyonlarıyla yaratıldığını, sol da savunuyor. “Böyle bir algı yaratıldı, şöyle bir algı yaratıldı” söylemi solda son derece yaygın. Oysa ki algı yaratılamaz. Bir gerçeklik vardır ve bunun sonuçları ortaya çıkar. Manipülasyonlar geçicidir, hiçbir zaman esas teşkil etmez. Esas teşkil eder gibi konuşmak solun en büyük felsefi hatalarından biridir. Tarih, bir manipülasyonlar tarihi değil maddi koşulların yansımasının tarihidir.
Buna hayır dediğinizde, zaten algı operasyonlarıyla algılar her zaman belirlenebiliyorsa gerçekler dünyasını değiştirmeye kalkışma denemelerimiz anlamsızlaşmaya başlar. İşte sol bu nedenle deneyden ve deneyici politik hamlelerden böylesine uzaktır. Değiştirmeye kalkıştığımız maddi gerçekliğin üstü her seferinde algı operasyonlarıyla örtülebilecekse, neden kendimizi harap edelim ki? İşte solun yanlış noktalardan yola çıkarak vardığı saptama budur. O nedenle durağandır, o nedenle kendi günlük hayatına kapanmıştır ve o nedenle ümitsiz hissetmektedir kendisini.
KESKİN SİRKE KÜPÜNE ZARAR
İttifaksızlığın asıl zararı Kürt hareketinden çok, ondan daha solda duran akımlara oluyor. Makas, seçim sonuçları itibarıyla yüzde olarak sayılmaktan, binde olarak sayılmaya doğru açılıyor. Bundan sonraki seçimler sürecinde de “sol seçimler önemsizdir o nedenle biz seçimlerden uzak duruyoruz” diyecek olursa muhtemeldir ki etki alanı daha da azalacaktır.
Bu aşamada ittifaksızlık siyasetini mazur göstermek üzere “bağımsız sosyalist hat”ta sahip olunduğu ileri sürülmeye başlanıyor. Bağımsız hatta sahip olmanın, ittifak etmemek anlamına gelmesi doğru değil. Bağımsız olunsa da ittifak içinde olunabilir. İşin özüne inilecek olunursa bütün ilişkilerden azade bir bağımsızlık söz konusu edilemez. Anlaşan partiler ve örgütler ittifak içerisinde olabilirler; aynı zamanda böylelikle oluşmuş bir hareket, diğer cephesel yapılarla ittifak edebilir. Bu önsel olarak iyi ya da kötü kabul edilemez. Yerinde ilişkiler söz konusuysa olumlu, eğer bu becerilememişse olumsuz olduğu değerlendirmesi yapılır.
Kürt hareketinin oluşturduğu cephesel yapıların başarılı olduğu alanlardan, onun başarısı karşısında gölgede kalmamak üzere uzak durmaya çalışmak sorunları çözmez. Ülke halklarının yararına bir mücadeleyi yoldaşça yürütme fırsatını kaçırdığımız gibi, sol mücadelenin kendi politik ve örgütsel yapısını güçlendirecek hiçbir sonuç da elde edilemez. Halklarımızın bir mücadele sürecinde yakınlaşıp, önyargılarını azaltmış olma imkanı da kaybedilmiş olur.
Seçimler sürecinde ittifak edilip birlikte mücadele edilemediyse sol çok önemli bir seçim çalışması deneyiminden yoksun kalıyor. Her seçim dönemi bu deneyim boşluğunu arttırıyor. Bir sonraki etaba sol hep daha büyük bir deneyim yetersizliğiyle başlıyor. Bu eli boş çıkmalar, onu gitgide nereden başlayacağını bilemez bir duruma getiriyor.
Sol her seferinde asgari bir ilişkiden bile kaçındığı için, Kürt hareketiyle denge kurabileceği bir ilişkiyi de geliştiremiyor. Her turda ilişkiler sıfırdan başlıyor. Oysaki, seçimler sürecinde birlikte hareket edilebilse bir yoldaşlık, kardeşlik ve zor zamanda birlikte olabilme hukuku kesintisiz olarak sürdürülebilir. Bu yükümlülük ciddiye alınsa ve hayata geçirilebilse Kürt hareketinin de marksist sola daha fazla alan açma görevi doğacakken, bu yöne bir türlü ilerlenemiyor.
Sol Erdoğan’ı başkan olmaktan alıkoymak istiyorsa, bunu Kürt hareketi de istiyor. Bütün bu ortaklıklar arttırılabilir. Solun kurgusu Kürt hareketiyle birlikte olunan alanlarda daha etkili olabilir. Birlikte mücadele edilmiş süreçlerden sonra sol; politik, örgütsel ve kendini temsil ettirme düzeylerinde kazanımlar elde etmiş bir konumda olabilir. Sol bir konjonktürde bu düzeylerin hiçbirinde bir kazanım elde edemiyorsa, günden güne eriyor demektir. Yaşadığımız durum da budur.
SOLUN YENİLGİ YILLARINDA EDİNDİĞİ ALIŞKANLIKLAR
Seksenlerden çıkarken üniversitelerde tiyatro topluluğu faaliyeti organize etmek bile bir anlamda politik ve devrimci faaliyetti gibi işlev görüyordu. Bunu yapmak önünde bir sürü engel vardı ve sırf tiyatro yaparken bile kovuşturmaya uğranıyordu. O zamanlar bu tür kültürel etkinlikler aracılığıyla insanlarla ilişki kurmayı denemek pek sırıtmıyordu. Çünkü ne yapmayı denerseniz deneyin çok zordu ve bir şey yapmaya çalışmakta ısrar etmek çok ses getiriyordu.
Gelgelelim, o zamandan bu zamana 30 yıl geçti.
Artık tiyatro yapmak, konser düzenlemek, panel organize etmek aynı anlama gelmiyor.
Bunlar politik faaliyetin kendisine oranla ikincil ve durağan var olma alanları. O nedenle kültürel alanlarda ısrarcı olmak ister istemez apolitizme ve durağanlığa götürüyor. Bu öncelikle zamanlama yapamamakla ilgili bir sorun. Bir dönem kapandı ama bir eğilim bunun ayrımını yapamıyor.
Sol post-modern dönemin kimlik olmayı kutsayan yaklaşımına karşı büyük bir savaş veriyor ve bu çok doğru. Kimlik siyaseti ortalığı kaplarken sol, “kimlik” gibi sabit vasıflardan ve sabit vasıfları kutsamaktan uzak duruyor. Kitlelerin politik mülahazalarının, tercihlerinin, gelecek kurgularının ve güncel eylemlerinin önünü açmaya çalışıyor. Son tahlilde insanları insan olmaktan uzak tutan proleter kimliği bile kökten bir değişime uğratmanın ütopyasını bir hedef olarak canlı tutmaya çalışıyor.
“Post-modern “iktidarın mikro-politikaları”nın çeşitli versiyonlarının gözde motifi olan tahakkümün karşısına çıkardığımızda, sömürüyü vurgulamanın ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılıyor. Tahakkümü düzenleyen iktidar mekanizmalarının ince ince işlenmesi; dışlanmışlar, çıplak hayat, homo sacer vb. kavram zenginliği, sömürünün merkeziliğinde temellendirilmelidir (ya da sömürünün merkeziliğiyle dolayımlanmalıdır); ekonomik olana başvurmaksızın tahakküme karşı mücadele, “bizatihi üretim tarzının dönüşümünden ziyade vakitli başkaldırılara ve direniş edimlerine yol açan, esasen ahlaki ve etik bir mücadele” olarak kalır. “İktidar” ideolojilerinin pozitif programı genellikle “doğrudan” demokrasinin türlerinden biridir. Sömürüye vurgunun neticesi komünist bir programken, tahakküme vurgu demokratik bir programa götürür. Kapitalizm yerine “emperyalizmi” baz almak bile, “ekonomik bir kategorinin kolaylıkla bir iktidar veya tahakküm kavramına dönüşmesine” bir örnektir” değerlendirmesini yapıyor Zizek, Jameson’dan yararlanarak. Mücadelenin sömürü ekseninden her ne sebeple olursa olsun çıktığında sınırlı hedeflere yöneleceğini açıklıyor. Değil kimlik-kültür siyasetine yönelmeyi, diğer kritik mücadele alanlarında bile bu tehlikeye dikkat çekiyor.
Solun ansiklopedisinde yazan temel kavramlar böyle. Yaşanan ise bu değil.
Sol kimliklerinin siyaset gücü karşısında büyük bir baskıyla karşılaşarak buna pes ediyor ve kendisi de çaresizlik içinde bir “kimlik” olma düzeyine ilk adımını atıyor. Bunu, solcular kendini Alevi ya da Çerkez hareketine yakınlaştırıyor diye söylemiyorum. Bu çok daha kolay gözlemlenebilir, itiraz edilebilir ya da düzeltilebilir bir durum. Asıl sorun, solun bizzat kendi varlığını bir politika olarak değil, bir kimlik olarak ileri sürmesidir.
Sol geçmişteki “devrimci komünist” örgütünden ya da “sosyalist marksist” partisinden olduğunu en yüksek perdeden anlatma derdinde. Eskiden böyle olmasında, şimdi için hudutsuz anlamlar türetiyor. Tek tek insanlar ya da kolektif yapılar şu ya da politik kimlikte olmakla yetinebiliyor. Politik hattın ve hareketliliğin ne olduğu sorusu değerini yitirmiş durumda.
Solun dağarcığındaki cesur olmak, kararlı olmak, köklü değişikliklerden yana olmak gibi bütün sıfatlar yüceltiliyor. Sıfatlar var ama fiiller yok. Politik fiilin ne olacağı ortaya konamıyor. Lenin, Bolşevikler’in ne yüce insanlar olduğunu anlatıp durmuyordu. İdam edilen büyük devrimci abisinin adını andığını dahi duymadık ve okumadık ondan. O daima politik olarak ne yapmak istediğini yazdı. O nedenle en bilinen kitabının adı “Neyiz?” değil “Ne Yapmalı?”dır.
Kendisini kimlik siyaseti yapanları eleştiriyor konumda gören bir anlayışın, kendi kimliğini neredeyse bir etnik-mezhepsel kimlik katına yükseltmesi, onulmaz bir paradokstur. İnandırıcı olmayı engelleyen bir büyük kusur niteliğindedir. Bunun nedeni aslında sol olma iddiasındaki parçaların egemen olan havaya teslim olmasıdır. Sol “zamanın ruhu” rüzgarlarının önünde bir yaprak gibi savrulup gidiyor.
“Reel sosyalizmin trajedileri ve hayal kırıklıkları çeşitli şekiller altında toplumsal ütopyaya yeni bir soluk verir: negatif ütopyalar; insancıl liberal ütopyanın güç kazanması; yahut ‘dünyanın reddedilenlerinin’ tarihsel perspektiften yoksun gerici yeni-binyılcı ütopyaların (dini veya cemaatçi köktencilik şekli altında) yeniden ortaya çıkışı. Bu dinsel biçimlere geri dönüş toplumsal aidiyet krizine ve siyasal tasarı eksikliğine olası bir cevap gibi görünür. Böylece her türlü beklentinin tümüyle silinmesi fanatik inançları alevlendirmeye müsait bir kimliksel köken arayışını şiddetlendirir” diyerek kimliklere yönelmenin hangi eksiklikten kaynaklandığını açıklıyor Bensaid. Solda da, sol kimliklere yönelme eğilimi çok benzer bir denklemle kendisini ortaya koyuyor. Siyasal tasarı yoksa, “siyasal kimlikler” var.
Solun kendisini hayran kalınması gereken bir mitoloji gibi sunmaya kalkışması onun sonunu getiriyor. Sol kendisini uzak geçmişe ya da uzak geleceğe atıfla bir mitoloji gibi kuramaz. Sol, bir etnik yapı ya da mezhep gibi çok önceki zamanlardaki bir kahramanlığa, bir olağanüstü niteliğe referans yaparak, kendisini ikna edici kılamaz.
Solun işi somut koşulların somut tahlili ve somut siyasetidir. Solun başarısı ancak o günün koşullarını doğru tahlil edip, ne tür bir politika yapacağını belirlemesiyle mümkün olabilir. Bunun dışındaki hiçbir şey derdine deva olamaz. Hiçbir ruhlar alemi, ulviyet ya da kutsallık sola yardım etmeyecektir. Aklı, tarihsel haklılığı ve sömürülen insanların gerçekliği dışında onu ilerletecek hiçbir güç yoktur. Koskoca uzayda yapayalnızdır ve bunu bilmek zorundadır. Mırıldanıp durduğu dualar onu kurtaramaz.
KİMLİK VE KÜLTÜR SOLCULUĞU
Bu hususları ele aldığımızda marksizmin son iki yüzyılda yarattığı hegemonya nedeniyle, görünüşte çok itiraz ortaya çıkmıyor. Ne var ki kapıdan kovduğumuz kimlik ve kültür solculuğu bacadan içeri giriveriyor. Herkes kapıdan almıyor ama bacadan alıyor. Bacadan almak da, almaktır. İçeri almakla kalınmıyor, içeri alınan kimlik ve kültür solculuğu en baş köşeye oturtuluyor. Bu gelişme silsilesi en sonunda katıksız bir ikamecilikle nihayet buluyor. Kimlik-kültür solculuğu, kalkmamak üzere siyasetin yerine oturuyor.
Su samuru, denizkestanesi ve yosun ormanları arasındaki ilişki bu denkleme bir örnektir. Bu alanda inceleme yapanların anlatımıyla içerik şöyle özetlenebilir: Kilit türler bir ekosistemin yapısı ve kararlılığı üzerinde çok önemli bir etkiye sahiptir. Bu türler ortadan kalkarsa ekosistem kökten değişir ve tamir edilebilme ihtimali olmaksızın “bozulur”. Kilit tür genellikle bir avcıdır. Ortadan kalkarsa avladığı türün sayısı artar ve rekabette diğer türlere üstün gelir. Buna bir örnek olarak deniz su samurlarının varlığının denizkestanesi popülasyonlarını dengede tutmak için son derece önemli olduğu Kaliforniya yosun ormanları verilebilir. Su samuru popülasyonu küçüldüğünde (avlanma, habitat tahribi vs ile) denizkestaneleri çoğalır ve yosun ormanını tüketir. Bu durumda kelp ormanında yaşayan organizmaların habitatı ortadan kalkmış olur ve böylece ekosistem bir denizkestanesi çöplüğüne dönüşür. Ortama yeniden yosun konsa, denizkestaneleri bunu da hemen tüketecektir. Ortama su samuru konsa, su samurunun yaşayabileceği bir çevre artık yoktur. Çünkü su samurları da yosunla beslenir.
Eğer su samurları yoksa çok fazla üreyen denizkestaneleri yosun ormanlarını yok eder.
Politikanın olmadığı yerde, solun yosun ormanlarını yok eden denizkestanesi kimlik-kültür solculuğudur.
Ruh ve madde birbirini tamamlayan yönler değildir. Maddi yapı esastır maddi yapı dışındaki her şey ondan türer. Bu “birbirini tamamlayan yönler” terminolojisi aslında radikalizmin terminolojisi değildir. Her şeyi birbirine bulamak, nötralize etmek, güya sentez yapmak sol içinde bir ele alış tarzı olarak alıp yürümüş durumda. “Siyaset yaparız tabii ama kültürel işler de yaparız” diyerek aslında siyaset yapma enerjisi boşa harcanıyor.
İDDİALI BİR MUHATAP
Kürt halkı bu ülkede olmaya devam edecektir, bunun doğal sonucu Kürt hareketinin de bu ülkede çok güçlü olarak yerini almasıdır. Gözlerin kapatılamayacağı gerçeklik budur. Kürt hareketi yokmuş gibi davranılamaz. Kürt hareketi vardır ve kendi tarzında bir sol kurguya sahiptir. Hatta Kürt hareketi bu kurguyla solu da temsil ettiği iddiasındadır. Kürt hareketi bir Hamas değildir ve hatta bir FKÖ bile değildir. Kıyaslanamaz seviyede; hepsinden daha çağdaş, laik ve sol eğilimdedir. Yani sol hareketle, Kürt hareketi birbirine karşı çok geçişken bir nitelik arz eder. O nedenle Kürt hareketinin sol olma ya da solu temsil etme iddiası kolay kolay yabana atılamaz. Sonuç olarak Kürt hareketi marksist solun geçici olarak tartıştığı, görüştüğü, ilişki kurduğu bir taraf değildir. Aksine son derece kalıcıdır ve kardeşçe tartıştığımız iddialı bir muhataptır.
Birliktelik, kardeşlik, tartışma ve tartılma kaçınılmazdır.
Her şeye rağmen Kürt hareketi çok solda ve çok marksist bulunmayabilir. Mümkündür. Tam anlamıyla marksist olma iddiasıyla yola çıkmamış yapılar, çok solda olmayabilir. Bu konumdaki bütün akımlar aslına bakarsanız böyledir. Marksizm dışı başlangıç noktalarına sahip akımlar, en solda olmazlar. Sofistike, keşifler yapmaya çalışan, arayış içindeki bir marksizme ya da sola yönelmezler. Bu nitelikteki akımlar hangi eğilim genel kabul görüyorsa o sol akıma yakın dururlar. Rusya’da Yahudi Bundçular Menşeviklerden yanaydılar. Yeni toplumsal hareketlerin çoğu eğer sola yönelme niyetleri varsa; vasat bir soldan, vasatı temsil eden marksizmden yanadırlar. Onlardan arayış içinde bir marksizme yönelmeleri beklenemez. Rusya’da devrimci, yaratıcı, arayış içindeki marksistler Bolşeviklerdi. Gelgelelim Rusya’da ve dünyada sol entelektüeller dahi onlardan yana tutum belirlemeyi hiç tercih etmediler.
Bu bir kuraldır. Yaratıcı bütün politik akımlar çirkin ördek yavrusudur ve güzel ördekler dünyasında yerleri olmaz. O nedenle başlangıçta onları kimse benimsemez ve hiçbir ortalamaya uymazlar. Onları tarih haklı çıkarır ve güzelleştirir, şansları varsa.
SOLDA DURULUYOR MU?
Gelelim Türkiye’deki Kürt hareketi dışında bulunan ve kendini solda kabul eden akımlara. Aslında bu yönelimdeki birçok politik akımın marksizmle ideal düzeyde bir bağı yok. Birkaç etken solu marksizmden uzaklaştırıyor. Bunlardan en yaygın olanı yurtseverlik başlığı altında sola dahil edilmek istenen milliyetçi tondur. Ülkede Kürt hareketinde bile çok öne çıkması istenmeyen milliyetçi tutum; kendisine çok solda akımların literatürü arasında rahatlıkla yer bulabiliyor. Sol çevreler, bu eğilimin teorik referanslarını ileri sürmekle ilgili çok kuvvetli bir kaygı taşımıyorlar. Söylüyorlar ve oluyor. Eğer bir mülahaza yapmak gerekirse konu “insanın yurdunu sevmesi kötü mü?” çizgisinden başlıyor. İnsan Arjantin’i de sevebilir Küba’yı da. İnsan kendisinin olan ya da olmayan yurtları sevebilir. İnsan bir yurdun kendisine ait olup olmamasını fazla önemsememelidir. Hangi yurdun sevgiye ihtiyacı varsa, o yurt sevilir. Düz haliyle ve aynı yöntemle milletten bahsedilecek olsa, milliyetçilik tutumu “insanın milletini sevmesi kötü mü?” diyerek savunulamaz. Bu savunmanın kendisi tamamen geçersizdir. Marks’ın izinden gitmek isteyenler varsa, dikkat etmeliyiz ki onun temel eserlerinin hiçbirinde “yurtseverlik” diye bir odaklanma bulunmaz.
Ne var ki Lenin’in ulusların kendi geleceğini belirleme hakkı ile ilgili çok etraflı düşünceleri ve yazıları olduğu, herkesin kabul ettiği bir gerçektir. Görece ezilmeyen ulusun yurdunu sevmesi konusunda çok geniş bir pencere açanlar, ezilen ulusun geleceğini belirlemesiyle ilgili pencereyi şaşırtıcı bir şekilde dar tutuyor. Bunun da ötesinde Lenin’in ezilen uluslarla ilgili yaklaşımının kabul edilmediği net olarak ifade edilebiliyor.
Şöyle söylemeliyim, Marks’ın ya da Lenin’in düşüncesi sadece kamu mülkiyetini savunmaktan ibaret değildir. Ekim Devrimi’ne doğru giderken ve sonrasında Lenin’i Lenin yapan temel hususlardan biri ezilen uluslar üzerine düşünceleridir. Marks’ı ve Lenin’i takip ediyor olmak konumundan, Lenin’in uluslarla ilgili tutumunu çıkarırsanız çok önemli bir kayba sebebiyet vermişsiniz demektir. Bu kadar büyük bir kayıp yaşayanlar, çok solda bulunmak konusunda eleştirilmeyi hak ederler.
Yurtseverlik konusundaki hatalı başlangıç bir çok kez MGK’ya cepheden karşı çıkamama tutumunu da belirliyor. Her konu da cüretkar olduğunu ileri süren çevrelerin, ordu söz konusu olduğunda itiraz tonlarını düşürdüklerine sıkça tanık olduk. Herkesçe bilinmektedir ki marksizm, baskı aygıtını parçalama tutumunu en başta gelen ilkelerinden biri olarak sayar. Bunu göz önüne alacak olursak, marksizmin takipçisi olanların bu konuda daha etkin olmaları beklenirdi.
Solda 90’lı yıllarda emperyalizmin artık eski emperyalizm olmadığı, artık küreselleşmenin ortaya çıktığı, bunun da bir yumuşama eğilimi anlamına geldiği anlatılıyordu. Bu bağlamda, anti-emperyalist söylem içinde emperyalizm terimine bile gerek kalmadığı, bunun yerine “küreselleşme karşıtlığı” ifadesinin daha tercih edilebilir olduğu da ileri sürüldü. Böylesine bir ele alış içerisinde Avrupa Birliği de tam olarak emperyalist bir kuruluş olarak tanımlanmıyor ve “hayır” denilecekler listesinde yer almıyordu. Bu çok tartışmalı mesele ABD’nin Irak’ı işgal etmesi anı itibariyle, bütün olumsuz sonuçlarıyla beraber ortadan kalktı. Şu anda bu konunun herhangi bir tartışma uzantısını yaşamıyor olmamızın sebebi budur. Olgular küreselleşme terminolojisini kullananları, bundan men etti.
Sol yeni toplumsal hareketlerle, gerekli ölçüde bir eleştirelliği işleterek ilişki kurmadı. Ya bütün iddialarını geri çekerek doğrudan gidip içinde eridi ya da yok farz etti. Yeni toplumsal hareketlerin içinde erime yöneliminde olanlar, çok doğal zannettikleri bu tutumun soldan bir eleştiriye tabi olacağını hiç düşünmüyor.