“Filozoflar şimdiye kadar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, oysa asıl olan dünyayı değiştirmektir.” Marksizmin ustaları bu sözlerle devrimci değişimi, bazen yorumlamanın önüne koydular.

Oysa bugün değiştirme gayretleri bir yana, dünyayı yorumlamanın hakkı yeterince verilmiyor. Dünyayı yorumlamadan yani “devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz.”

Marks ve Lenin düşüncesinin parlayan kılıcı, yaşanan teorik düğümleri bir kez daha kesip atmalıdır. Bir kez daha sınıf savaşımının yolunu, aklın ışığı aydınlatacak.

Daima diyoruz.

Bilmenin ve uygulamanın, öğrenmenin ve mücadele etmenin daima süreceğini ilan ediyoruz.

İlk sayısını 2011 yılında basılı formda yayınladığımız Daima dergisini yeni iletişim koşullarına uyarladık.

Web sitemizde ve sosyal medya hesaplarımızda önceki iki sayımızda yayımladığımız yazılarımıza ulaşabilirsiniz. Onlar hala güncelliğini koruyor. İlk sayımızda krizi incelemiştik. İkinci sayımızda ise seçimleri ele aldık.

Bundan sonra yolumuza dosyalar hazırlayarak devam etmeyeceğiz. Hızla gelişen olayları Marksizmin ve Leninizmin ışığı altında sıcağı sıcağına yorumlayacağız.

Hem kuramsal boşluğu dolduracağız hem de yeni Marksist Leninist kuşakların yetiştirilmesine katkı sunacağız.

Teorinin grisini yaşamın yeşiliyle buluşturmak dileğiyle…

Daima Dergisi Yazı Kurulu

Sosyalist Hareket

Çizgisi Olmayanla Birlik Olmaz

,
9 Mayıs 2020

2020 1 Mayıs’ının hazırlıkları ve uygulaması sırasında bazı sorunların belirgin hale geldiğini gözlemledik. Bu sorunları etraflıca değerlendireceğiz.

Son günlerde birçok kesim solun birlikte hareket etmesi gerektiğine vurgu yapıyor. Bizim böyle bir vurgumuz yok. Ancak yine de bu konuda gösterilen çabaların önemli olduğunu düşünüyoruz. Biz de bu çabalara katkı olarak aramızdaki ilişkiler için bazı çizgiler belirlemeye çalıştık. Sosyalistler arasında her ne olacaksa öncelikle bazı çizgilere göre olması gerektiğini önemsiyoruz.

Çoğu içeriğe ilişkin değilmiş gibi gözüken sorunların bile esası nasıl belirlediğini sizlerin yorumlarına sunacağız. Bu çizgiler üzerine düşünmeyenler birlikte hareket edebilir mi? En basit işleyişe bile riayet edilmeden anlamlı politik ilişki sağlanabilir mi?

En baştan söylemek gerekir: Somut olaylar karşısında alınan politik tavır her şeyden önemli. Soyut, yer ve zamandan bağımsız kimi değerlendirmelerde hepimiz anlaşabiliriz. Aramızda iyi ilişkiler olabilir ama insan dostunu onunla birlikte tavır alırken de görmek ister. Politik ilişkiler de öyledir.

Bizi ayıran da birleştiren de önümüzdeki zamanlarda bu çizgiler olacak. Ülkemizin ve dünyanın içinden geçtiği koşullarda en genel söylemlerin birlikte hareket etmeye yetmediğini idrak etmemiz gerekir. Cevabı doğru yerde aramaya başlayarak işe koyulabiliriz.

KONFEDERASYON VE MESLEK ODALARI VESAYETLERİ AŞILMALIDIR

DİSK, KESK, TTB ve TMMOB. Kurum kelimesinin tam karşılığı bu örgütlenmeler olsa gerek. O kadar kurumsallar ki kurumsallıklarından hareket etmeye imkan bulamıyorlar. Ülkemiz solunun 1980 sonrası onlardan soruluyor. Başındakiler değişiyor ama onların yeri değişmiyor. Her dönemin, her konunun ilacı. Onlara alaycı biçimde gülerek “mahşerin dört atlısı” deniyor, onlar da bu durumdan memnun oluyor. Katılaşmanın, hareketsizliğin, politikasızlığın resmi adresi; oda ve konfederasyon vesayeti.

Bu halin kendisinden elbetteki bu kurumların üyeleri doğrudan sorumlu değil. Bu durumu değiştirmeye o üyelerin gücü de mümkün değil zaten yetmez. Seçimine katılsa merkezci eğilime etki edemez, muhalefet etse zinhar bir daha güneş yüzü göremez.

Kendi içlerinde seneler içerisinde öldürdükleri demokratik ilişkiler. Yıllar yılı alıştıkları kapı arkası, dar grupçu uzlaşmalar. Birbirlerine başkan demekten hiç gocunmayan, “bürokratsınız” eleştirilerini gizli gizli başarı sayan bir kast ile karşı karşıyayız.

Üye ve yönetim ilişkileri demokratikleşse belki bir canlılık olabilir. Ama böyle bir yolun tıkanması için yine her şey başarıyla düşünülmüş. Değil tek başına üye, grup olsan ve eğer azınlıksan yine merkez görüşü bir milim etkilemen mümkün değil.

Dünyanın en ortalama değerlendirmeleri, en ortalama biçimde nasıl sunulabilirse işte öyle sunulabiliyor. En uygun dozda mücadele. Şube şube, şehir şehir örülmüş bürokratik kast ortalamanın dışına çıkılabilme ihtimalini bile yok etmek üzere varlığını koruyor.

Bu kurumlar seçimler geldiğinde milletvekilliğinin geçiş kapısı, seçimsiz günlerde mali, lojistik her türlü imkanın elde tutulduğu verimli birer arpalık. Geriye kalan tüm hal ve davranışlar bu katılaşmış arpalıklarda al gülüm ver gülüm ilişkilerinin bozulmaması için planlanmış gölge oyunları. Eğer yönetim kurulunda tanıdıklarınız yoksa toplantı yapmak için salon bile alamazsınız.

Peki bu katılaşmış kurumlar nasıl oluyor da anlı şanlı sol örgütlenmelerin üzerinde vesayet kurabiliyor? İşte herkesin bildiği sırrı açıklıyoruz.

Vesayetini kabul ettikleri kurumları oluşturanlar da kendileri de ondan. O yüzden sorun yaşamadan geçinip gidiyorlar. Bir sol örgütlenme herkesin katıldığı toplantıya hem oda ve sendika içerisinden katılıyor hem de kendi temsilcisiyle katılıyor. Sol örgütlenme bir şey önerecekse “dörtlü”nün önermesini sağlıyor. Eğer “dörtlü” eleştirilecekse uygun dozu ayarlayıp o kurumun temsilcisi eleştiriyor. Dostlar alışverişte görsün şeklinde bir yaklaşım sürüp gidiyor.

Ne kadar tanıdık değil mi? Tıpkı sağcılar gibi.

İşte ülkemizin en önemli politik sorunlarına karşı mücadele etmek için her defasında derlenip toplanıp önümüze dikilen ilişki tarzı bu.

Bu kurumlar gücünü kitlelerden mi alıyor peki? Tabi ki hayır. En cansız kortejler, en sembolik eylemler yine bu kurumlara ait. Günden güne yitip giden kalabalıklarıyla ilgili tek gerekçeleri ülkemizde yaşanan baskılar. Ah baskılar bir olmasa görün siz üye patlamalarını. Baskılar olmasa hepsi harıl harıl örgütlenmek için çalışıyor. Tüm o bürokrasi, tüm aidatlar üyeler için ve yeni üyeler kazanmak için seferber ediliyor sanırsınız. Elbetteki öyle değil.

Bu kötü illüzyonun sahibi en başta bu kurumların içerisinde yıllar yılı yer tutan sol örgütlenmeler olarak bilinmelidir. Tarzımız değil, onların isimlerini burada tek tek anarak teşhir etmeyeceğiz. Bu satırları okuyan her devrimci onları bulacaktır, hem de onların kendileri de kendilerini bilecektir. Ve elbette o örgütlenmelerle beraber CHP ve HDP’nin oluşturduğu iki ana eğilim bu tablonun asıl sahibidir.

Bir politik merkez oluşturulacaksa bunun ortasında konfederasyonlar ve meslek odaları olamaz. Siyasal merkez siyasal öznelerden oluşur bu kurumlar da içerisinde eşit söz hakkıyla yer alır. Demokrasi bunu gerektirir, politik mücadele bunu gerektirir.

Demokrasi mücadelesinin parçalarını birleştirme görevi bu kurumlarda. Faşizme karşı mücadele görevi bu kurumlarda. Sınıf mücadelesi görevi bu kurumlarda. Ver görevi “dörtlü”ye, gözün arkada kalmasın. Çıkacak sonuçla ilgili şüphe duymana hiç gerek yok. 

“Dörtlü”nün bürokratik kastının hedeflerini bir kenara bırakalım. Onlara bu görevleri yükleyenlerin hiç mi kabahati yok. Bunu neden yapmayı tercih ediyorlar?

İşin aslı şu. Devrimci siyasetin bin bir türlü yapılması gerekeni var. Politik örgütlenmeler varlık göstermeli, fikirler öne sürebilmeli, hareket kabiliyeti edinmeli, kitlelerle bağ kurabilmeli. Çoğu örgütlenme bu özelliklerin çok gerisinde. Daha kötüsü böyle hedefleri bile yok. Ama hem politik, hem devrimci, hem de örgüt olduğunu var saydırmak istiyorlar. Kolayı var. “Dörtlü”yü alkışlarsın, onu bir seviye kabul edersin, böylece senin yokluğun onların zayıflığı arasında farkedilmez bile.

Böyle bir ilkelliğin içerisindeyiz işte. Solun ekseriyeti bu ve benzer siyasi ilkelliklerle hareket ediyor. Sınıf mücadelesinin yükünü taşımayı bir an için bir kenara bırakalım. Çoğu zaman seslenmeyi hedeflediği sınıfın daha gerisinde bilince sahip bir ilkel solcular topluluğuyla karşı karşıyayız.

Peki “dörtlü” vesayeti bugüne kadar hiç mi aşılamadı? İçinizin rahatlaması için söyleyebilim ki o kadar da değil. Gezi sonrası sürdürülmeye çalışılan vesayet 7 Haziran sürecinden yükselen siyasal enerjiyle, Ankara Garı saldırısının zorluklarının etkisi altında aşılabildi. İstanbul’da yapılan toplantılarda yürütme ve divan görevleri konfederasyonlar ve meslek odalarından alınarak siyasal örgütlenmelere devredildi. Taşlar yerine oturuyordu. Gerçek anlamda emek ve demokrasi adına birlikte hareket etmenin zemini oluşuyordu. Siyasal mücadelenin yükü taşıyamayacak olan öznelerden yükü taşıması gerekenlere devrediliyordu.

Ne zamana kadar bu böyle sürebildi? Elbette ki çok uzun sürmedi. Bu kadar demokratik politik ilişki herkese ağır geldi. Önce sol örgütlenmeler toplantılarına gelmedi sonra da HDP’nin başını çektiği eğilim bu biçimi ortadan kaldırdı. Hızla “dörtlü”nün yine baş köşede yer aldığı toplantılar toplanmaya başladı.

Bu vesayet ilişkisi aşılmalıdır. Zaten siyasal hükmü olmayan bu ilişki tarzı reddedilmelidir. Hem politik içerik hem de işleyiş yönünden bu kurumlar eleştirilmelidir. Eğer bu kurumlar üzerinde işçi ve emekçilerin var olan emeklerine sahip çıkılacaksa o halde bu kurumlar değiştirilmeye zorlanmalıdır. Ama kesinlikle vesayet kabul edilmemelidir. Mahkum edilmelidir. Bu tıkaç sökülüp atılmalıdır.

Bu ilişki tarzını önemseyenler, övenler, ayakta tutmaya çalışanlar bu ilişkinin faydacılarıdır. Sosyalist hareketin genelini düşünen, aklında nokta kadar devrimcilik fikri olan hiç bir özne bu ilişkiyi kabul edemez. Gerisi iyi sözler ve temennilerden ibaret olacaktır.

Bırakın eleştirmeyi sol örgütlenmeler kendi aralarında toplantılar yapıp “dörtlü”nün de oraya katkılarını bekliyorlar. Yapılması gereken ilki olabilir, ama ikincisi asla. “Dörtlü”yü eşit ilişki dışında muhatap alan hiçbir ilişki doğru sayılamaz. Bu mesele bundan sonra daha fazla dikkatimizde olacaktır.

Yeri gelmişken vurgulamak gerekir. DİSK en azından işçileri temsil etmeyi hedefleyen bir örgütlenme. KESK’i de kamu emekçileri dolayımıyla bu kapsama sokabiliriz. Ancak TTB ve TMMOB neyin nesi? İşçileri ve emekçileri sınıf olarak değerlendirebiliyoruz. Meslek sahiplerini ne olarak değerlendiriyoruz? Doktorlar, mühendisler, avukatlar, mimarlar da sınıf gibi mi ele alınmalı? Bunların yenilgi yıllarında ortaya atılan sivil toplumculuk kokan, zorlama kategorizasyonu olduğu aşikar. Hala bu hurafelerin aramızda yer edinmesine neden göz yumalım ki?

Meslek örgütleri bugüne kadar geleneksel olarak demokratlar tarafından temsil edilmiş olabilir. Ancak bunun dışında sanki onlar da değiştirici bir güçmüş gibi muamele göremez. Öyle ya meslek ayrı, sınıf ayrı kategorilerdir. Sınıfları ve mücadelelerini esas alabiliriz. Ama meslekleri de sırf dostlarımızın gönülleri kırılmasın diye bu kapsamda ele alamayız ki. Görüldük şey değil. Sendika kuyrukçuğunun tarihte yeri var ama meslek odası kuyrukçuluğu sanırız sadece bu topraklara özgü.

Şunu da son olarak eklemek gerekir. Yıllardır gözlemlediğimiz bu sorunları bu yılki 1 Mayıs’ta yapılan hatalar üzerine kaleme alıyoruz. Ancak bu bugünlerde siyasi iktidarın meslek örgütlerini kontrol altına almaya yönelik adımlar atacağının haberlerini de alıyoruz.  Eleştirilerimiz her ne olursa olsun siyasi iktidar karşısında demokratik mücadelenin parçası olan meslek odalarını hep birlikte savunacağız.

PROTOKOL SOLUNA, BAŞKAN SENDİKASINA HAYIR

Bir ülkenin sosyalistlerini düşünün. Onlara protokol yapmayınız, birbirinize başkan diye hitap etmeyiniz diye eleştiriler yöneltiliyor. Ne günlere kaldık. Seviyenin ne kadar yerlerde olduğunu değerlendirmeyi okurlarımıza bırakıyoruz.

Bir kare fotoğraf çektirilecek gösteri olmaya görsün. Önce sendika başkanları, ardından ana muhalefet partisinin varsa ilçe yöneticisi bile olur, onun ardından milletvekilleri, onların da ardından tanınmış sanatçılar, şarkıcılar, sosyal medya fenomenleri… Bütün bu seramoninin sonunda TBMM’de kendini temsil edememiş, başka güçlere bel bağlamamış ama ayakta kalmış sosyalistlerin temsilcileri. Eğer fotoğraf kadrajında yer kalırsa onlar da bu anlamlı protokolde kendisine yer bulabilir belki.

Bizim yazmaktan utandığımız bu sahne, politik yaşamın olağan akışı haline gelmiş durumda. Elbetteki gerçek devrimciler olarak bu düşkünlüğe hiçbir zaman tenezzül etmedik. Bu protokol koşuşturmacasını da zaten dışında kalarak gözlemledik.

Sosyalistler arası ilişkilerde yoldaşlık olur protokol olmaz. Sosyalistler birbirine yoldaş der başkan demez. Adını söyler, arkadaşım der başkan demez. Birbiriyle eşit ilişki kurar zalimin protokol usulüne minnet eylemez.

Bu dışa yansıyan biçimin elbette bir arka planı var. Solcular burjuva siyasetin şekil şartlarına kendini tamamıyla kaptırmış durumda. Ya vekiller ya da her an ilk seçimde olacaklar. Herhangi bir ilçe belediyesi meclis üyeliği de olabilir. İl ilçe parti ayrımı gözetilmesine de pek gerek yok. Olmadı aday adayı olacaklar. O yüzden görünür olmalılar. En önde görünür olmalılar. Tek kare bile olsa görünür olmalılar. Ölürüm Türkiyem gibi… Görünürüm Türkiyem…

Dersin üniversite yıllarında sosyalist harekete katılmamışlar da en şık sivil toplum kuruluşunda proje yönetmişler. O kadar hakimler şekil şartlarına. Bu tarz kavramları da oralardan kapmışlar zaten belli ki. Biliyorsunuz bunlar da sonradan sivil toplumcular.

Evet görünür olabilirsiniz. Ama sosyalist kalamazsınız. Sizin ağababalarınız hızını o kadar alamadı ki soluğu en sonunda Davutoğlu’nun partisinde aldı. O sizden daha solcu görünürdü. En birinci başkan onu yaparlardı. Solcu zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi yoktu onun. Onu da kaybetmekte bir saniye bile tereddüt etmedi. Öyle şey olmaz demeyin. Bu gidişle sizin yolunuz da işte dosdoğru oraya çıkacaktır.

Yine bu meseleyi arkadaşlarımızın davranışlarını düzeltmesi için yazmıyoruz. Bunu görüp buna tavır almayan arkadaşların birlik beraberlik beklentilerinin yersiz olduğunu vurgulamak için yazıyoruz. Taksim protokolüyle Kadıköy’de dostluk olmaz. Grev çadırında hiç olmaz. Dostluk diye bahsedilen davranışlar siyasal konumlanışların üstünün örtülmesi içindir. Bizim artık dışarıya saçılan bu ilkel anlayışları kınamamız gerekir. Bunu da bu hatalı eğilimleri taşımayan yeni sosyalist kuşakların yetişmesi için yapmalıyız.

Bu arkadaşlarımız seçim denilince aklına “burjuva ahırı”ndan başka bir yer gelmeyenlerdi. Şimdi o ahırın kuzuları olmayı pek benimsiyorlar. Sakın kimse bu sözlerden yola çıkarak sosyalist seçim siyasetinde geriye gitmesin, aman ha. Artık ne mutlu ki seçim nedir onu biliyorlar. Burjuva siyasetin etkisi altından çıkmayı da birgün öğreneceklerdir.

Gelelim sendikaların başkanlarına. Sorsan sendika nedir diye ilk verecekleri cevap, dayanışmadır. Kendisine “başkan” denilmesinden hoşlanan kast nasıl dayanışma gösterecektir merak ediyoruz. Kolayca hitaptan “karakter tahlili” yapabilirisiniz.

Biz neyin peşindeyiz? İşçi sınıfının ekonomik demokratik mücadele araçları olan sendikaları var etmenin. O sendikalar ki işçi sınıfına örgütlü olma ve yönetme alışkanlığı kazandırmayı amaç edinmelidir, öyle ya. Bu hedefe ne kadar yakınız? Peki bu tarzla değil hedefe varmak yaklaşabilr miyiz? Mümkün değil. Her geçen gün başkanlar kastı giderek büyüyor. Sendikaların kapısından geçmiş, suyundan içmiş herkes başkan.

Başkan nedir? İyi birşey midir? Neden eşitliğin kavramlarıyla değil de eşitsizliğin kavramlarıyla konuşuyorsunuz ki? Zannetmeyin bu bizim psikolojik takıntımız. Bize göre dervişin fikri neyse zikri de odur. Bu yüzden irdeliyoruz. Birbirine başkan demekten rahatsız olmayanlar eşitlikçi bir dünya, ülke ve sendika kuramaz, yönetemez. Onların ülkesinde onlar başkan olur biz de yine dış güçler oluruz. Varsın olalım. Ancak bilelim ki sizi biz birine benzetiyoruz. Bu tavırlar onların dünyasının tavırları.

O açıdan bu eğilim tutarlı demokrat bile değildir. İlk fırsatta kendisini başkan ilan etmekten geri durmayanlar başkanlık karşıtı mücadeleyi de tutarlı olarak sürdüremezler. Zaten demokrasi mücadelesinin en önemli zaaflarından birisi de budur işte. Var olan rejime herkes karşı. Ama yerine getirmek istedikleri rejim diğerine benzer özellikler gösteriyor. Yine halka dayanmıyor yine yukarıdan aşağı başkanlıklar dayatılıyor. Bu eğilimden uzak durmak gerekir. Saray rejimine en kötüsü bile benzemeyecektir ancak karşısında da uzun süre kalamayacaktır.

Yine dostlarımıza diyoruz ki, gelin bu başkan bozuntularının ellerinden sendikaları,  konfederasyonları alalım. İşyerinde, fabrikada, atölyede, madende birbirine yoldaş diyen eşit işçilerin, emek verenlerin örgütlerini kuralım. Emin olun eşitlik işçi sınıfına ve sosyalistlere çok yakışacak. Bizim olmayan iktidarın şimdiden bürokratlarına ihtiyacımız yok. Derhal bu arkadaşlarımıza da tavır alınmalı. Elimizde maddeler, onlar bizim maddelerimize ne diyor diye merak etmeyelim. Ne derlerse desinler. Yoldaşlar yoluna, başkanlar yoluna.

USULSÜZLÜĞE GEÇİT YOK

Halkla ilişkilerin yaygın değimle PR’ın tekniklerini geliştirmiş sendikal kast artık usül erkan da dinlemeyeceğini apaçık ilan ediyor. Nasıl olsa PR’cılar gereken dozda devrimci, demokrat, mücadeleci göstermek için yazılar yazabilir. Sosyal medya her ayıbı örtebiliyor nitekim.

Bizim sosoyalist örgütlenmelerin çoğu DİSK’in başını çektiği dörtlüden 1 Mayıs çağrısı bekliyor, gelmiyor. Toplantı yapalım deniyor, temsilci bulunamıyor. Derken 1 Mayıs haftası gelip çatıyor. Tabi kararları hızlı hızlı almak gerek. İçeriğin, bileşenlerin, farklı görüşlerin ne önemi var. Olağanüstü günlerden geçiyoruz. Bu şartlar altında bir toplantı yapılmış. Sosyalistler şükredip oturmuyor bir de öneri üzerine öneri getiriyor. Ön hazırlık çalışmalarıysa şak burada hazırlanmışı var. 1 Mayıs günü yapılacaklarsa tak burda yapılmışı var.

DİSK bürokrasisi, kongresinde hem CHP’den hem HDP’den hem de üstüne üstlük İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden onayını peşinen almış. Sizler de kim oluyorsunuz yahu? Siz birleşinizsenize demokrasi mücadelesinde.

Yazıcılar yazıyor, çekiciler çekiyor. Kızıl karanfiller, çekiçler, hatta yer yer oraklar… Hepsi onların elinde görüldü. Yer yerinden oynadı gök kızıla boyandı.

Herşey iyi güzel de bugüne kadar, hatta son güne kadar birliğin, beraberliğin, dayanışmanın 1 Mayıs’ına ne oldu? Bir anda DİSK kendisine buyruk bir örgüt olduğunu anımsadı ve Taksim’e kendi başına çıkma kararı aldı. Ve ilginçtir yine bu karardan bir kısım yoldaşın haberi, imkanı oldu bir kısmının hiç mi hiç olamadı. Ve DİSK bürokrasisi işçilerin emekçilerin zerre haberi yokken buyurdu ki böyle eyliyoruz.

Yoldaşlarımızın polis saldırısı karşısındaki direnişini ve sonuna kadar işçi sınıfının sembolik çelengini Taksim Meydanı’na ulaştırma iradesini tebrik ediyoruz. Yine de onlar bizleri temsil ettiler. Ellerine, sözlerine sağlık.

Ancak bu usulsüzlük yoldaşlıkla bağdaşmaz. Katılabilen katılamayan herkes bilsin ki bizlerin arasında oldu bitti ilişkiler pek uzun soluklu kalamaz. Hatta şöyle söyleyeyim. Tek bir hakları vardı onu da böylece kaybetmiş oldular. Bundan sonra DİSK ve onu oluşturan eğilim ne söylese şüpheyle bakılacaktır. Siz bakmayın 1 Mayıs sonrasında arkadaşlarımızın üstün körü değerlendirmelerine. Bu özensilik gelecek günlerde yerini DİSK’in zedelenmiş konumuna bırakacaktır.

2009 yılında Süleyman Çelebi DİSK başkanıyken ara sokaklarda tek bir arkadaşımızı bırakmadan Cumhuriyet Caddesi üzerinden Taksim Meydanı’na çıktık. DİSK’in önde olduğu ana kortej konumuna yakışır şekilde her sokağın başında devrimcilerin polis barikatlarını aşarak katılmasını bekledi. O bütünlük ve irade ile Taksim meydanına anlı şanlı kortejimiz ile girebilmiş olduk. Buradan bakınca o yıllar bile güzelmiş.

Yine burjuva politikacılarının arasında elde edilen usulsüzlük gösterileri yanlışlıkla dahi olsa hoş karşılanmamalıdır. DİSK buna tenezzül etmiş olabilir. Ancak doğrunun ve gerçeğin savunulması adına dayatılan usulsüzlüklere kimsenin tenezzül etmemesi gerekir.

Bir Mayıs’ta çok sefer Taksim’e çıkmayı başardık. Bir kere bile olsun içinde bulunduğumuz politik hareket Taksim’i hep birlikte zorluyorken örneğin Kadıköy’ü tercih etmedi. Özellikle böylesi zamanlarda güvene dayalı ilişkiler önemlidir. Dönüp bakıldığında Taksim’e çıkabilmemiz herkesin elinden geleni ardına koymayacağına olan güvenimizin sonucu olarak başarılabilmiştir. Ne mutlu ki o başarıları da elde edebildik. hatta bu vesileyle Gezi’nin yeşilini İstanbul’a armağan ettik.

Bu günü kurtarma hedefli usulsüzlüklere prim verilmemelidir. Aramızdaki ilişkiler politika esaslı olabilir ama asgari güven gibi soyut ilkelerin de olması, sağlanması gerekir. Nihayetinde güvenilmez olmak bir meziyet değildir. Siz PR’cı arkadaşlarınıza pek fazla itibar etmeyiniz. Söz sanatlarıyla güven elde edemezsiniz. Sadece ve sadece verdiğiniz söze bağlı kalarak güven elde edebilirsiniz.

ÜÇ ÇİZGİYLE BİRLİK

İnsanlık için küçük sosyalistler için büyük bir adımın peşindeyiz. Bu üç çizgiyi koruyamaz mıyız? Aramızdaki politik tartışmalar baki kalsın. Ancak bu üç çizgi bile korunamadığı sürece kim kiminle nasıl birlikte hareket edecek.

Bilindiği üzere Ekim Devrimi’nin iki köklü geleneği Bolşevizm ve Menşevizmi ayıran temel tartışma partiye üyelik hakkındadır. Rusya Çarlığı’na karşı neler yapılacağı üzerine değildir. O da elbette önemlidir. Ama partiye kimin nasıl üye olacağı tartışması kadar çetrefil değildir. Zaten bu tartışma her iki eğilimi de karakterize edecek kadar kilit konumdadır.

Bizim yürüttüğümüz çizgi tartışması ne kadar kilit konumda olduğunu tarih gösterecek. Ancak bugünün mücadele edenleri açısından bunlara bile riayet edemeyecek olanlarla yola çıkmaya gönlümüz el vermiyor.

Çizgi olmadan asgari politik ilişki bile olmaz. Bu politik ilişkinin abecesi. Ne yazık ki daha buralarda olduğumuzu gözlemliyoruz. Biz isteriz ki bu meselelerde herkes tavır alsın. Hiç kimse gölgeye kuytuya kaçmasın, kulağının üzerine yatmasın. Bilenler bilir bir süredir birlikte hareket etmek için özel bir çabamız yok. Sorulduğu için bir kez daha söylüyoruz. Bize göre çizgisi olmayanla birlik olmaz.

SON GÖNDERİ

Comments are closed.