“Filozoflar şimdiye kadar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, oysa asıl olan dünyayı değiştirmektir.” Marksizmin ustaları bu sözlerle devrimci değişimi, bazen yorumlamanın önüne koydular.

Oysa bugün değiştirme gayretleri bir yana, dünyayı yorumlamanın hakkı yeterince verilmiyor. Dünyayı yorumlamadan yani “devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz.”

Marks ve Lenin düşüncesinin parlayan kılıcı, yaşanan teorik düğümleri bir kez daha kesip atmalıdır. Bir kez daha sınıf savaşımının yolunu, aklın ışığı aydınlatacak.

Daima diyoruz.

Bilmenin ve uygulamanın, öğrenmenin ve mücadele etmenin daima süreceğini ilan ediyoruz.

İlk sayısını 2011 yılında basılı formda yayınladığımız Daima dergisini yeni iletişim koşullarına uyarladık.

Web sitemizde ve sosyal medya hesaplarımızda önceki iki sayımızda yayımladığımız yazılarımıza ulaşabilirsiniz. Onlar hala güncelliğini koruyor. İlk sayımızda krizi incelemiştik. İkinci sayımızda ise seçimleri ele aldık.

Bundan sonra yolumuza dosyalar hazırlayarak devam etmeyeceğiz. Hızla gelişen olayları Marksizmin ve Leninizmin ışığı altında sıcağı sıcağına yorumlayacağız.

Hem kuramsal boşluğu dolduracağız hem de yeni Marksist Leninist kuşakların yetiştirilmesine katkı sunacağız.

Teorinin grisini yaşamın yeşiliyle buluşturmak dileğiyle…

Daima Dergisi Yazı Kurulu

Genel

Devrimin Güncelliği

,
9 Haziran 2020

“Socialist Register 2017 Devrimi Yeniden Düşünmek” Yordam Kitap çevirisi ile yayınlanmıştı. Bu metinler içerisinden Jodi Dean’ın Devrimin Güncelliği adlı yazısını Daima Dergi okurlarıyla paylaşıyoruz.

Devrimi hazırlama görevi partiye düştüğü için parti, devrimci kitle hareketinin -eş zamanlı olarak ve eşit ölçüde- hem ön şartı hem sonucu, hem üreticisi hem de ürünü haline gelir. – Georg Lukacs, Lenin’in Düşüncesi

Bugün Kuzey Amerika ve Avrupa solunun belirli kesimleri için devrim, bir çözümden ziyade  bir sorundur. Devrimlerin gerçekleştiğini biliyoruz, fakat devrime inanmakta sıkıntı çekiyoruz. Devrime inanmakta sıkıntı çekiyoruz çünkü devrimci sürecin özgürleştirici, eşitlikçi bir yönde ilerleyeceğine artık güvenmiyoruz. Devrimler oluyor, fakat bize göre değiller; bunlar bizim ümit ettiğimiz proleter devrimler değiller. Ve hatta bugün, proleterleşmişlerin devrimleri gerçekleşse ya da gerçekleşebilse dahi, bu yeterli olmazdı. Hedeflerimiz çok daha büyük. (Yoksa bu büyüklük, onların küçülmelerinin farklı biçimde ifade edilişinden başka bir şey değil mi?)

Devrime artık inanmadığımızı, çünkü artık kendimizi devrimciler olarak gördüğümüz bir  perspektifi, yani komünist parti perspektifini benimse­mediğimizi düşünüyorum. Bu siyasi perspektif bulunmayınca,  sadece sürekli krizleri, yenilikleri ve dönüşümleriyle kapitalizm devrimci değişimi etkileye­bilirmiş gibi gözüküyor. Neyse ki geçtiğimiz on yılda tanıklık ettiğimiz kalabalıklar ve eylemler, yeni bir parti perspektifinin ortaya çıkıyor olabileceğini düşündürüyor. Günümüzdeki mücadelelerde sergilenen kolektif pratikler ve aşırılıklar, bu mücadelelerin karşısında bocaladığı belirli sınırlarla birlikte, sol kesimdeki parti meselesinin çarpıcılığını yeniden gündeme getiriyor. İnsanlar kolektif güçlerini deneyimledikçe parti benzeri bir şeye, devrime olan inancımızın örgütlü mevzisi olan bir partiye duydukları arzu yeniden ortaya çıkıyor. Bu makalede örgüte ve devrime dair, görünüşe bakılırsa birbirine zıt iki yaklaşıma odaklanacağım. Argümanım, Georg Lukacs’ın Leninizmin getirdiği yeniliğe dair açıklamalarıyla, yani tarihsel materyalizmin çekirdeğini proleter devrimin güncelliğinin oluşturduğu yönündeki anlayışla başlıyor. Bu 1917 olayının merkezinde yer alan devrimin, proletaryanın, partinin ve devletin ek­lemlenmesinin taslağını çıkarmama imkan tanıyor. Bu eklemlenmenin gücü, öngörüden, yani gelecekteki devrimin ona sebep olacak eylemleri koordine etme kapasitesinden geliyor. Daha sonra da devrim, proletarya, parti ve devlet arasındaki bağlantıların erimiş olduğu bugünkü ortama döneceğim. Bu noktada ise Michael Hardt ve Antonio Negri’nin etkili İmparatorluk üçlemesinin üçüncü halkası olan Ortak Zenginlik’teki tartışmalarını ele alacağım. Hardt ve Negri’ye göre devrim, devletten ziyade biyopolitika ile, partiden ziyade demokrasiyle, proletaryadan ziyade kimlikle alakalıdır. Açıklamalarındaki problem, devrimci pratiği yaratacak olan zamansallığı dışarıda bırakmasıdır. Devrim, bir potansiyel olarak, zaten yapmakta olduklarımızdan ortaya dökülen bir olanak olarak mevcuttur. Hardt ve Negri, devrime, biyopolitik üretim pratikleri­nin ve kapitalizmin kendi devrimci yeniliğinin bir devamı gözüyle bakmak­tadır. Özgürleştirici eşitlikçi hedeflerin hayata geçirilmesinde hiçbir devrimci kopuş, belirli pratiklerin, güzergahların ve potansiyellerin olumsuzlanması söz konusu değildir. Dolayısıyla onlarınki “devrimsiz bir devrim”dir. Tam aksine, Lenin’in devrimin güncelliğine dair varsayımında tasarlanan gelecek, devrimi gerçekleştirmek için siyasi eylemi koordine eder. Parti, yalnızca halihazırdaki olanakların dışa akması veya taşması olarak değil, aynı zamanda belirli pratik­lerin, güzergahların, potansiyellerin olumsuzlanması ve diğerlerinin zorlanma­sının bir sonucu olarak, devrimi mümkün hale getiren inanışı cisimleştirerek devrimi öngörür.

Argümanım, Jean-Pierre Dupuy’un “tasarlanmış zaman” fikrine dayanmaktadır. Dupuy, “tasarlanmış zaman”ı, “gelecek vasıtasıyla koordinasyon”a verdiği bir isim, yani “geleceğin karşı-olgusal biçimde geçmişi belirlediği, geçmişin de nedensel olarak geleceği belirlediği” zamansal bir metafiziğe yönelik bir terim olarak tanımlamaktadır. “Gelecek sabittir, fakat onun gerekliliği yalnızca geçmişte mevcuttur. (1) “Gelecek açısından, ona sebep olan şey zorunludur. Aksi mümkün olamaz, çünkü meydana gelen her şey ona yol açmıştır. Bir olay gerçekleşmeden önce, olanaklar ve seçenekler bulunur. Bir şey gerçekleştikten sonra ise, kaçınılmazmış, alın yazısıymış gibi görünür. Dolayısıyla, tasarlanmış zaman, gelecekte bir kaçınılmazlık olacağını varsayar ve bu kaçınılmazlığı, bugünkü eylemlere karar verilen sabit bir nokta olarak belirler.

Tasarlanmış zaman kulağa tuhaf gelebilir. Depuy, bunun aslında “sıradan insanın metafiziği” olduğunu ifade etmektedir. Yazgı, kader, alın yazısı, “her şeyin bir sebebi var” gibi fikirleri ve hatta bir ölçüde psikanalizi kapsamaktadır. Tasarlanmış zaman, ayrıca, “gerçekleştirmesi için kendi kendine verdiği planı gerçekleştiren kişiye özgü zamansallıktır. (2) “Planlama örneği, tasarlanan zamanın, olacaklara dair bir tahmin, olması istenenlere dair bir fantezi ya da olması gerekenlere dair bir dizi öneri olmadığını açık bir şekilde gösterir. (3)

Bunun yerine, belirli bir sonuç, ona yol açan süreçleri üretmektedir. Yine, bu zamansal metafizikte gelecek, bir nedenler zincirinin kaçınılmaz sonucu değildir. Geleceğin kendisi nedendir. Gelecek, ona sebep olan geçmişi üretir.

Dupuy, tasarlanmış zamanın metafiziğini, felakete yönelik bir inceleme bağlamında geliştirmiştir. İnsanlar, en kötü şeyin gerçekleşmek üzere olduğu­na dair bolca bilgi bulunsa bile, yaklaşan felakete inanmakta güçlük çekmektedir. Dupuy, insanların harekete geçmesinin önündeki engelin bilgilerden değil, inançlardan kaynaklandığı sonucuna varmıştır. Ne olacağını biliyorlar, fakat onun olacağına inanmıyorlar. Tasarlanmış zaman, bu düzeydeki bir inançtan bahsetmektedir. Dupuy’un iddiasına göre, “Bir yazgıyı kabul etmek, bir felaketten kaçınmaktan daha zor olduğu için, kaçınılmaz bir şey gibi görünüyorsa, felaket tehlikesi çok daha inandırıcı hale gelmektedir.” (4) İşte bu kaçınılmazlık, kaçınılmaz olandan kaçmak için gerekli olan kararlılığı ve hayal gücünü harekete geçirebilir. Buradaki mantık peygambere özgüdür: Peygamber, insanlar gittikleri yolları değiştirip kaderlerinden kaçabilsinler diye onlara yazgılarını bildirmektedir. Trajik cevap, elbette, kaderden kaçma çabasının kaderi yaşa­maya yol açtığıdır. Ancak bu mantık da gerekliliği geçmişe dönük olarak açığa çıkarılan sabit gelecek olmayı sürdürdüğü ölçüde, gelecek vasıtasıyla koordi­nasyon gerektirir. Dupuy’un deyişiyle, “Bir olay, yalnızca kendini mümkün kılarken mümkün hale gelir.” (5)

GELECEKTEN BİR BAKIŞ

Lenin’in Düşüncesi adlı eserde, Lukacs, V.I. Lenin’in teorik katkısının muaz­zamlığını ele alır: Lenin, Marksist teoriyi pratikte gerçeğe dökmüştür. Lenin’in 1924’teki ölümünün hemen ardından yazılan bu eser, iki yıl önce yazılmış olan Tarih ve Sınıf Bilinci’nin “Örgütlenme Sorununda Yöntem Konusu” adlı daha iyi bilinen son bölümündekine göre daha kısa, hararetli bir parti tartışması olmaktan daha da fazlasıdır. Eser Leninizmi, Marksizmin yeni bir evresi olarak sunmaktadır. Bu iki eser de örgüte “teori ve pratik arasındaki dolayım biçi­mi” şeklinde vurgu yapmasına rağmen, ikinci bahsedilen eser Lenin’i “Marks’a denk olan tek teorisyen” konumuna yerleştirmektedir. (6) Lenin’in tarihsel materyalizmi somut mücadeleye dökmesi, geçmişe dönük olarak Marksizmin içsel hakikatinin farkına varmamızı sağlamaktadır: “Tarihsel materyalizm, proleter devriminin teorisidir.” (7) Bütün Marksistler bu içgörüye sahip değildir. Lukacs’ın belirttiği üzere, vulgar (yani ortodoks) Marksistler, kapitalist düzenin yenilmez olduğunu düşünüp krizleri geçici ve başkaldırıyı mantıksız bulur. Lenin eşsizdir. “Devrimin güncelliğini” idrak edebildiği için, Lenin etrafındaki olayları buradan yola çıkarak açıklayabilmektedir. Belirli bir gelecek önerir -dev­rim- ve bu geleceğin şu anki eylemlere yön vermesini sağlar. Lenin’in Düşüncesi adlı eser, dolayısıyla, örgütün teori ve pratik arasında dolayımı sağladığı mekanizmayı tanımlamaktadır. Bu noktaya önceki makalede değinilmiş, fakat pek derine inilmemiştir. (8) Devrimin tasarlanmış geleceği, onun gerçekleşmesi için gereken inancı cisimleştiren pratikler yaratmaktadır.

Devrimin güncelliği, tarihin demir kanunlarını ya da ekonomik determinizmi akla getirebilir. Lukacs’ın söylemek istediği bu değildir; tarihsel materyalizm gerçekliğinin yalnızca Lenin ile ortaya çıktığını vurguladığı ölçüde de onun görüşü olamaz. Lenin, geçmişi, yani siyasi iktisat ile sınıf mücadelesi arasındaki ilişkiyi değiştirmekte, farklı bir siyasi süreci harekete geçirmektedir. Dahası, Lukacs, Marks’a ilişkin mekanik yorumları tekrar tekrar eleştirmektedir. Lukacs okurlarının çoğu, onun eserindeki “bütünlük” kavramına vurgu yaparken, Lenin’in Düşüncesi bu kavrama mesafeli olması bakımından çarpıcıdır. Martin Jay’in belirttiği üzere, Lukacs bu eserde, “merkezsizleşti­rilmiş” ya da kalıtsal olmayan değiştirilmiş bir bütünlük anlayışı ortaya koymaktadır. Proletarya, artık tarihin öznel-ötesi (meta-subjective) bütünleştiricisi değildir. (9) Jay, merkezsizleştirici gücün veya olayın ne olabileceğini bizlere söylemez. Bunun yararlı bir şekilde gelecek olarak anlaşıldığını düşünüyorum. Bir devrimin olacağı, proleter devrimin gündemde olduğu gerçeği, onu üreten tercihleri, eylemleri ve grupları etkilemektedir.

Tasarlanmış zaman, bizlere, Lukacs’ın “proleter devrimin Marksizmin ya şayan özünü oluşturduğu” yönündeki iddiasını nasıl okumamız gerektiğini söylemektedir. (10) Devrimci gelecek, onu meydana getiren eylemleri belirlemektedir. Tarihsel materyalizm, öncelikli olarak geçmişin izah edilmesi demek değildir. “Devrimin zaten gündemde olduğu” belirli bir gelecekle kurulan bir ilişkidir. (11) Lukacs’ın gözlemlerine göre Kautsky, Plehanov ve diğerlerinin hatası, devrimi, üzerinde o günün eylemlerinin etkide bulunmayacağı kadar uzak bir geleceğe ertelemeleridir. Uzak bir gelecek, koordinasyon kapasitesinden yoksundur. Bunun aksine, Lukacs’a göre Lenin, devrimin güncelliğini mesele­lerin değerlendirildiği ve bireysel eylemlerin göz önünde bulundurulduğu bir noktaya evriltmiştir. Devrim, “kendi eylemlerimiz açısından bir norm teşkil eden bir gerçeklik” olarak işlev görmektedir. (12) Bu belirli gelecek tercihlere ve kararlara olanak sağlamaktadır. Bu gelecek, kapitalizmin krizlere karşı ürettiği kendi cevabına katkı sağlayan ekonomik kaderciliğin yanı sıra, birçok eğilimi ve kitleler içerisindeki grupların ve bireylerin çeşitli çatışmalarını anlaşılır kılmaktadır. Devrim gerçeği, şimdiki zaman içerisinde onun için gerekli olan pratikleri ileriye iten bir olumsuzlama gücü olarak işlemektedir.

Lukacs, Lenin’i, eli kulağında olan devrim olayını somut gerçekliğe döken kişi olarak sunmaktadır. Lenin’e göre, proleter devrimin güncelliği, Rusya’daki devrimin karakteri sorusunu cevaplandırmaktadır; bu devrim, burjuva değil, proleter karakterlidir. Bu güncellik, rolü devrime önderlik etmek olan sınıfı da ilan etmektedir: Proletarya. Lukacs, Marksistlerin çoğunun, kapitalist gelişmelerin proleter devrime yol açacağını bildiğini gözlemler. Bununla birlikte Lenin, bu içgörüyü uygulamaya koyması bakımından eşsizdir. Lenin’in bunu, ister siyasi ister ekonomik olsun, ister teoriyle ister taktikle ya da ister ajitasyonla ister örgütle ilgili olsun, o günün konusu olan bütün meseleler için katı ilkeler oluşturmak adına nasıl kullandığına dikkat çeker Lukacs.(13) Lenin, devam eden mücadelelere bu şekilde dikkat ederek, devrim sorununun dilini bilgiden inanca doğru değiştirmektedir. Somut pratikler, taktikler, örgüt ve ajitasyon; inancı hem dışa vurur hem de üretir (bu materyalist inanç fikri, inancın bildiklerimiz karşısındaki davranış biçimimiz olduğuna vurgu yapan Zizek’ten gelmektedir). (14) Belirli bir gelecek vizyonu (proleter devrim), şimdiki zaman içerisinde geleceği doğuracak taktikleri belirlemektedir.

Proleter devrimin tasarlanmış geleceği, birbiriyle alakalı üç şekilde koordi­ nasyon kapasitesi sergiler: 1 – Proletaryanın devrimci görevine inancı doğurmakta, 2 – devrimci partinin rolünü ortaya koymakta ve 3 – yerinde bir devlet anlayışı belirlemektedir. Her durumda, Lukacs, Lenin’in yaptığı kritik katkıyı gözler önüne serer: Lenin, pratikte teoriyi somutlaştırmaktadır. Pratikle ilgili meselelere devrimin güncelliği perspektifiyle yaklaşmaktadır. Taktikler ve örgüt, inancı devrimde cisimleştirirken, onları yaratan devrimin ortaya çıkmasına yardımcı olmaktadır.

İlk olarak, Lukacs, Lenin’in proletaryanın sefaletinden daha fazlasını gör­düğünü belirtir. Proletaryanın durumunu “devrimin bir pratik gerçeklik olarak zaten tarihsel gündemde olması”nın ışığında yorumladığı için Lenin, “eski düzeni alaşağı edecek olan devrimci unsur”u tespit etmektedir. (15) Lenin, ekonomik kaderciliğin tuzağına düşmez. Bugünde geleceği görüp, bu geleceğe olan inancı ortaya çıkarmaya çalışır. Pratik mücadelenin sonucu, Lenin’in burjuvazinin artık devrimci bir sınıf olmadığını kabul etmesidir. Devrim yapma görevi, artık proletaryanın omuzlarındadır.

Burjuvazinin artık devrimci bir sınıf olmadığını kabul etmek, Rusya’daki durumun somut bir biçimde anlaşılmasını sağlamaktadır. O dönemde taraflar bunun farkında olmasa bile, devrimin güncelliğinin, Rus sosyalizmi bünye­sindeki tartışmaların merkezinde yer aldığını belirtmektedir Lukacs. Proleter devrimi uzak bir geleceğe erteleyenler, ekonomik kalkınma ve demokrasi arasındaki bağlantıları vurguluyorlardı. Proletarya sazı eline almadan önce, burjuvazinin kendi devrimini tamamlaması gerektiğini düşünüyorlardı. Proletarya kendini gereğinden fazla erken öne sürerse, burjuvazi Çarlıkla ittifaka gidecek ve proletaryanın ilerleyişinin önüne geçecekti. Bunun aksine, Lenin, burjuvazinin “devrimci bir sınıf olmaktan çoktan vazgeçtiğini” anlamıştı. (16) Artık kendi devrimci taleplerini gerçeğe dönüştürmeye çalışmıyordu; bunları proletaryaya bırakmıştı.

Lenin’in proleter devrim beklentisi, burjuvazi ile Çarlık arasındaki ittifakı açıklamasına (ikisi de devrimci proletaryadan korkmaktaydı) ve “siyasi demokrasi” ile kapitalizm arasındaki yanıltıcı bağlantıyı göstermesine (burjuvazi Çarlık yönetiminde kendi çıkarlarının peşine düşebilirdi) imkan tanı­maktadır.

Lenin’in beklentisi ayrıca, proletaryanın devrimde başrolü oynamasına da açıklama getirir. Çarlıkla olan ittifakı sebebiyle, burjuvazi, Rus tarımsal feodalizmini ilga edemiyordu. Köylüler ise, ayaklanabilecekleri fakat olumlu bir alternatifin peşinden gidemeyecekleri bir durumda kalmıştı. Lenin’in ifade ettiği üzere, köylülerin iki seçeneği vardı: Orta Çağa ait bütün pratiklere son vermek ya da kapitalizme adım adım uyum sağlamak. İkisinin arasında­ki karar, sınıf mücadelesiyle verilmiştir. Bu mücadelede belirleyici güç proletaryadır, çünkü şehirlerde burjuvaziye karşı kendi mücadelesini vermektedir. Yani proletarya ve köylüler farklı hedeflere sahip olsalar da burjuvazinin artık devrimci bir sınıf olmaması, aralarında kurdukları ittifakın temelini oluştur­maktadır. “Bütün ezilenlerin devrimci ittifakı”, “proleter devrimin koşulları­nın somut bir biçimde anlaşılması”ndan kaynaklanmaktadır. (17)

Lukacs, Marks’ın burjuva ve proleter devrimler arasında yaptığı ayrımın önemini kabul etmektedir. Ancak vulgar Marksizmin bu  ayrımı “meka­nik bir ayrıştırma”ya tabi tutarak felce uğratmasını da mahkum etmektedir. Oportünist versiyonuyla bu felç, proletaryanın kendi devrimci hedeflerinden kısıp burjuva devrimini desteklemesi yönündeki ısrarda ortaya çıkmaktadır. Radikal sol versiyondaysa, söz konusu felç, saflık olarak ortaya çıkar: Proleter olmayan herhangi bir şey göz ardı edilir. Saflık yanlıları, emperyalizm döneminde ortaya çıkan çeşitli meseleleri (mesela ulusal ve sömürgecilikle ilgili konuları) yok saymakta, sonuç olarak da devrimci ortamı anlayamamaktadır. Lukacs, “gerçek devrim”in, “burjuva devriminin proleter devrime diyalektik dönüşümü olduğu” konusunda ısrarcıdır. (18) Mesele sadece, bunların farklı kapitalist gelişim düzeylerine uygun farklı devrimler olmaları değildir. Biri, diğerine dönüşebilir ve dönüşmek zorundadır.

İkinci olarak, tıpkı proleter devrimin tasarlanmış zamanı, proletaryanın devrimci görevine duyulan inancı ortaya çıkardığı gibi, devrimci partinin rolünü de belirlemektedir. Devrimin güncelliği, Lenin’in parti kavramının dayandığı varsayımdır. Lukacs’ın iddiasına göre, Bolşevik ve Menşevikler arasın­daki parti üyeliğine dair tartışma, “devrimin olanaklılığına, muhtemel tarzına ve karakterine ilişkin iki temel yaklaşım arasındaki çatışma” olarak anlaşılmak durumundadır. Proleter devrimin tasarlanmış geleceği, Bolşeviklerin “bir bütün olarak sınıfın az ya da çok kaotik kitlesinden, herhangi bir fedakarlıkta bulunmaya hazır olan, bu yola bütünüyle adanmış devrimcileri” seçmesine sebep olmuştu. Buna karşılık,  Menşevikler, partiyi destekleyen ve parti için çalışanları üye olarak kabul etmeyi istiyordu. Bolşevik kavramı, mesela pro­fesyonel devrimcilerin “kendilerini gerçek sınıf ortamından uzaklaştırma ve … başka bir gruba dönüşerek yozlaşma” olasılığı sebebiyle sürekli eleştiriye maruz kalmasına karşın, Lukacs, Lenin’in eşsiz bir biçimde gerçekleştirecek idraka sahip olduğu bir dizi davranışsal norm ve beklentiyi, devrimin güncel­ liğinin nasıl ürettiğini göstermektedir. (19)

Devrimi parti yapmamaktadır. Pasif kitleleri çekmeye ve onları oldu bittiye getirmeye de çalışmaz. Bunun yerine, devrimi öngörür. Daha spesifik olarak, parti, “devrimci bir dönemde sınıf mücadelesinin bir aracı olarak tasavvur edilmektedir.” (20) Dönemin devrimci bir dönem, proleter devriminse gündem­de olduğu göz önünde tutulduğunda, ne tür bir örgüt gereklidir? Lenin’in bu soruya cevabı, “Parti üyelerinin, sahip oldukları proleter sınıf bilincinden ve kapitalist toplumdaki bütün ezilenlere, sömürülenlere karşı sergiledikleri genel dayanışma ve destekten yola çıkılarak en katı şekilde seçilmesiydi.” (21) Peki neden? Proletaryanın kendi sınıf bilincini geliştirme ve devrimci kabarma bağlamında onu kullanma şeklinden ötürüdür bu.

Proletarya, devrimci hareketi esnasında, kendi içinde ya da dışında birtakım farklılıklarla karşılaşır. İç farklılıklar, proletarya bünyesindeki ekonomik ayrımla alakalıdır (Şu adı çıkmış “işçi aristokrasisi”). Dış farklılıklar ise devrimci ittifakın parçası olan diğer sınıfları ifade etmektedir. Proletarya içerisindeki farklılıklar, sınıf birliğinin önünde engel oluşturur. Bazı işçiler, belki de sendika liderliği konusunda daha fazla eğitimi ya da deneyimi bulunanlar, çıkarlarının burjuvaziyle ortak olduğunu görme eğilimi sergiler. Özellikle de krizler yoğunlaştıkça ve devrimci dönem yaklaştıkça, proletarya ile diğer toplumsal tabakalar arasındaki farklılıklar, karmaşa yaratabilir. Ezilenlerin devrimci ittifakı içerisinde çok sayıda birbirinden farklı çıkarın bulunması, onları farklı yönlere sürüklemektedir. Kitlelerde bulunan her potansiyel, devrimi ileri taşıyacak diye bir kaide yoktur. Doğru yolu kestirmek ve herkesin kazanabileceği bir ittifakı bir arada tutmak, giderek daha da zor hale gelir.

Lenin’in parti modeli, “proletaryanın bütünüyle bilinçli unsurları” için bağımsız, örgütsel bir alan açarak, bu farklılıkların yarattığı çekime bir yanıt vermektedir. Lukacs şöyle yazar: “Leninist örgüt biçiminin, yaklaşan devrimi öngörme kabiliyetiyle ayrılmaz şekilde bağlantılı olduğunu gösteren de budur.” (22) Partide, görünüşe göre en önemsiz karar bile önemli hale gelmektedir, yani proleter devrimin tasarlanmış geleceği ışığında verilmektedir. Bir parti kararı, eylemi bir doğrultuya yönlendirerek, birçok olasılığı ortadan kaldırmaktadır.

Devrimci öngörünün önemi, Lukacs’ın, Lenin’e ait örgüt kavramının ne şekilde “mekanik kadercilikten çifte kopuş anlamına geldiği”ne dair yürüttüğü tartışmadan doğmaktadır. İlk kopuş, “sınıfsal durumunun mekanik bir ürünü olarak proleter sınıf bilinci kavramı”ndan  gerçekleşmiştir. İkinci kopuş ise “devrimin, yalnızca, -nesnel devrimci koşulların ‘olgunlaştığı’ düşünüldüğünde- bir şekilde proletaryayı ‘otomatik olarak’ zafere taşıyacak olan, kaderci bir şekilde patlamaya hazır ekonomik güçlerin mekanik olarak işle­mesinin sonucu olduğu” fikrinden gerçekleşmiştir. (23) Sınıf bilinci, “kaderci bir kaçınılmazlıkla”, ekonomik durumdan doğmaz. Bir sınıfın bazı üyeleri, her zaman pasif konumda olacak, her zaman taraf değiştirecektir. Güçlerin birleşimi, benzer şekilde, devrimci duruma birtakım “kendiliğinden patlamaya hazır” eylemler ve “bilinçli biçimde yönlendirilen birtakım sınıfsal eylemler” ka­tar. (24) Partinin rolü bu durumu öngörmektir: “Parti, devrimi hazırlamalıdır.” (25) Tasarlanmış gelecek, devrime hazırlanması için partiye rehberlik etmektedir. Parti, “proleter kitleleri entelektüel, maddi ve örgütsel olarak olacaklara ha­zırlamak” adına her şeyi yapmak durumundadır. (26) Dolayısıyla partinin yapıp ettikleri, öngördüğü devrim vasıtasıyla koordine edilmektedir.

Lukacs’ın açıklamaları, bu gelecek fikri partiye örgütsel formunu veriyor olsa bile, söz konusu fikri sürdürenin parti olduğunu netleştirmektedir. Lukacs, Kautsky ile Luxemburg arasındaki tartışmayı ele alır. Kautsky’e göre parti, devrimci eylemin ön şartıdır. Luxemburg’a göreyse, devrimci kitle hareketinin ürünüdür. Lukacs, bu iki görüşü de tek taraflı bulmaktadır: “Devrimi hazırlama görevi partiye düştüğü için parti, devrimci kitle hareketinin aynı zamanda ve aynı ölçüde hem ön şartı hem sonucu, hem üreticisi hem de ürünü haline gelir.” (27) Üretici olarak partinin rolü, bizatihi proleter devrimin tasar­lanmış geleceğinin bir ürünüdür. Parti, sadece ortaya çıkan ve yanıt ürettiği olayların değil, aynı zamanda onu yaratan geleceğin, yanıtlarını kendisine yönlendirmesine imkan tanıyan geleceğin bir ürünüdür.

Partinin esnekliği ve tutarlılığı bir araya getirmesi, Lukacs’ın argümanı açısından elzemdir.  Parti, kitlelerin mücadelelerinden ders çıkarmalı, ken­di yorumlamalarını ve pratiklerini gerekli kılmalıdır. Peki kendisini değiştirmenin ne zaman gerekli olduğunu nasıl belirler? Devrimin  güncelliğinin ışığında: “Bir düşünceyi, bir politika kararını vs., yalnızca bütünle, proleter devrimin kaderiyle olan ilişkileri, doğru ya da yanlış kılar.” (28) Tasarlanmış geleceğin ışığında şimdiki zamana verilen yanıtlar, parti yapısına ve teorisine kazınmaktadır. Halkın mücadelelerinden ders çıkarmak, parti devrimi ön­ gördüğü için mümkündür. Dolayısıyla, parti, kitle mücadelesinden öğrendiklerini devrimin güncelliğiyle birleştirmektedir. Devrime olan inanç, teori ve eylemin birleşmesiyle ortaya çıkmaktadır: Eylemler devrimci görünür çünkü gelecekteki devrim, onları var etmektedir.

Proleter devrimin tasarlanmış geleceğinin, koordinasyon kapasitesi sergilediği üçüncü yol ise devleti anlamakla alakalıdır. Lukacs, devlet problemini, Marksist teorinin sürekli belirsiz bir geleceğe ertelediği sorun olarak sunar. “Bu gelecek, sadece Lenin ile birlikte teorik anlamda da var olmuştur,” der Lukacs. (29) Lenin, devlet sorununu, ona devrimin güncelliği açısından bakarak “acil” bir sorun haline getirir. Bu sayede, devletin nasıl “sınıf mücadelesinin bir silahı” olduğunu fark eder. Ve bu berraklık, geleneksel olarak işçi sınıfı mücadeleleriyle ilişkili olanların (sendikaların, kooperatiflerin, partilerin) ötesindeki siyasi organların, bütün ezilmişleri kapsayabilme kapasitesi bulunan organların gerekliliğini daha da açık bir şekilde göstermektedir. Sovyetler, burjuva devlet aygıtını alt üst eden ve devlet iktidarı için mücadele başlatan, “hükümet karşıtı” bu yeni organlardır.

Proleter devrimin güncelliği üzerinden anlaşılan Sovyetler, bir proleter devlet iktidarı biçimi olarak, proletaryaya pratik siyasi içgörü kazandırmaktadır. Birincisi, proleter devrimin devletten uzak duracağı varsayımının “burjuvaziye ideolojik bir teslimiyet” anlamına geldiğini ortaya koymaktadır. (30) Proletaryanın sınıfları ortadan kaldırmayı hedeflediği için bir sınıf hakimiyeti organına ihtiyaç duymadığını düşünenler, ütopiktirler. Burjuvaziyi yenmenin ve sosyalizmi kurmanın aracı olan sınıfı reddederek, proletaryayı yenilgi yolu­ na sürüklemektedirler. İkincisi, Sovyetler, “demokrasinin burjuva sınıfı karak­ terini” gün yüzüne çıkarmaktadır. (31) Birçok işçi, onlar zaten çoğunluğu oluşturduğu için, çoğunluğun iktidarının onların yararına olacağı ilizyonuna kapılmaktadır. Bununla beraber, biçimsel demokrasi, somut insanlara, soyut bireyler gibi davranmaktadır. Sosyal varlığı “yerle bir eder”, insanların sosyal aidiyet içerisindeki konumunu muğlaklaştırır ve izole atomlar olan yurttaşla­rı, bir bütün olan devlete bağlar. Sovyetlerse bunun aksine, proleter nitelikteki “bu dağınıklık sürecini giderme” girişimini imler. (32) Proletaryanın ideolojik liderliği burjuvazinin elinden alabileceği ve ezilen sınıflara ait ve ezilen sınıflar için bir ideoloji geliştirebileceği bir alan sunarak, proleter devrimci liderliğe fırsat yaratır.

Lukacs, “devrimin güncelliğinin kendisini proletaryanın devlet sorunu­nun güncelliğinde dışa vurduğunu” vurgulamaktadır. (33) Devletin bir sınıf savaşımı silahı olması, proletarya devlet iktidarını ele geçirdikten sonra sosyalizm mücadelesinin kazanılmış olacağı anlamına gelmemektedir. Hem burjuvaziye karşı mücadele bundan sonra daha da şiddetli bir biçimde devam eder, hem de sosyalizme geçişin yarattığı zorluk kendisini her zamankinden fazla hissettirir. Proleter devlet iktidarı bağlamında, devrimin tasarlanmış geleceği, süre­ gelen sosyalizmi inşa etme görevinde kendini açıkça gösterir. Proleter devrim, bir uğrak değildir. Bir süreçtir.Özetle, Lukacs, devrimin güncelliğini, tasarlanmış bir gelecek olarak sunmaktadır. Yaklaşan bu gelecek, eyleme dair normlar ve standartlar ortaya çıkarmaktadır. Her karar, her taktik, her taviz devrimi öngörür. Daha uygun bir zamanı beklemezler. Partinin pratikleri gelecek tarafından koordine edildiği ölçüde, (sosyal demokratların önerdiği daha soyut devrim anlayışının aksine) hem ona olan inancı ortaya çıkarır, hem de onun meydana gelmesine yardım ederler. Devrimin güncelliğinin Lenin’in durduğu yeri hem sosyal demokrat­lardan hem de solcu püristlerden ayırdığı konusunda Lukacs ısrarcıdır. Sosyal demokratların bakış açısına göre devrim her zaman çok uzaktadır, proletarya hiçbir zaman yeterince olgunlaşmamıştır, sendikalar hala çok zayıftır. Solcu püristlerin bakış açısına göre koşulların olgunlaşmış olması, saf bir siyaset, tavizsiz ilkelere radikal bir bağlılık gerektirmektedir. İkisinden de farklı olarak, devrimin güncelliği, öngörü ve mücadelenin siyasi zamanını, yani ona öncülük etmeye hazır olan partiye geleceğin yol gösterdiği bir zamanı da kapsamaktadır. Lukacs’ın ifade ettiği üzere, Lenin’e göre, somut bir durumu “kendi gerçekliği içerisinde” değerlendirmek yeterli değildir. (34) Gerçekler, “bütün tarihsel süreç” ile ilişkilendirilmelidir; devrimin güncelliği açısından anlaşılmaları gerekir. Leninizmin getirdiği yenilik, şimdiki zamanda geleceği öngörerek teoriyle pratiği birbirine bağlayan bir bakış açısını harekete geçirmiştir.

GÜNÜMÜZDE DEVRİM

1924 yılında, Lukacs’ın Bolşevik devrimi değerlendirmesine tüm komünistlerin katıldığı söylenemezdi. Bizatihi Lukacs, Lenin’in düşüncesine dair kısa çalışmasını gelen eleştirilere yanıt vererek sonlandırdı. Dünya ölçeğinde bir devrimin gerekliliğini öne sürerken bile kapitalizme dönen Rus Komünist Partisi’nin görünüşe göre çelişkili politikalarını diyalektik bir biçimde meşrulaştırdı: Dönemin kendisi zaten çelişkiliydi. Sonraki altmış yılda ise Lenin, Parti ve 1917 devriminin başarısı ya da başarısızlığı hakkındaki tartışmalar yoğunlaşacaktı; bunların bir yönünü Stalinist aşırılık, diğer yönünü ise başka yerlerdeki komünist partilerin deneyimleri oluşturuyordu. 1991 yılında Sovyetler Birliği çözüldüğünde, bir komünist parti önderliğindeki proleter devrimin yeni bir devlet biçimini doğuracağı ve sosyalizme başarıyla geçiş ya­pılacağı fikri, geniş ölçüde saygınlığını yitirmişti. (35) Günümüz solunda ortaya çıkan fikir birliğinin unsurları arasında, (bir zamanlar öyle olmuş olsa bile) işçi sınıfının artık devrimci bir sınıf olmadığı fikri, devlet odaklı siyasetin reddi ve öncücülüğün, hiyerarşinin ve parti modelinin eleştirisi bulunmaktadır. Peki ya devrim?

Etkili üçlemelerinin son kitabında, Hardt ve Negri şunu ilan ederler: “Devrim, artık nihayet günün konusu haline gelmektedir.” (36) Bu yazarların devrim teorileri, kapitalizmin yirminci yüzyıl sonlarındaki biyopolitik karakterinin bir izahından kaynaklanmaktadır. Ağ tabanlı iletişimler, üretim sürecini dönüştürmüş; onun tektipleşmesine, merkezsizleşmesine/yersiz yurt­suzlaştırılmasına ve bilgi temelli hale getirilmesine katkı sağlamıştır. Bilgi, duygu ve iletişimin daha büyük bir rolü vardır; emek, “giderek daha da gayri maddi” bir hale gelmiştir. (37) Sonuç, üretim ile yaşamın yeniden üretimi arasındaki ilişkide meydana gelen köklü bir değişimdir: Üretken işin taleplerinden ayrı ve onlara tabi olmaktansa, “yaşam, her türlü üretime karakterini vermek­te ve hükmetmektedir.” (38) Hardt ve Negri, Ortak Zenginlik’te şunu öne sürerler: “Bugün ekonomik üretim alanları, toplumsal zemine yayılmıştır; ekonomik değer üretimi, toplumsal ilişkilerin ve yaşam biçimlerinin üretiminden giderek daha da ayırt edilemez hale gelmektedir.” (39) Kapitalizm, biyopolitik yöndeki değişimiyle birlikte, toplumsal olanın bütünlüğünü kapsamaktadır. Toplumsal ilişkiler, kapitalizm için değer üretecek birer meta biçimini almak zorunda değildir. Kapitalizm, onların değerine zaten doğrudan el koymaktadır. (40)

Hardt ve Negri, üretimde meydana gelen değişimlere dair yaptıkları analizi temel alarak, bugün “devrimci eylem perspektifinin biyopolitik açıdan düşünülmesi gerektiğini” iddia ederler. (41) Bu türden bir devrim, “yaşamda gerçekleşen bir devrimdir.” Bir başka deyişle, emek hareketiyle ilişkili taleplerin ve beklentilerin kapsamını aşan bir devrimdir. Biyopolitik devrimin kendine özgü bir zamansallığı bulunmaktadır.

Devrimin güncelliğinin sağladığı tasarlanmış geleceğin aksine, bugün devrim artık; … gelecekte bizden ayrı bir olay olarak tasavvur edilemez; şu anda, bazı açılardan içerisinde geleceği de barındıran “olağanüstü” bir şu anda yaşamak zorundadır. Devrimci hareket, kapitalist denetimle aynı zamansallık içerisine oturmaktadır; onun içinde ve karşısında olması, kapitalist hakimiyetin ayrıklığına karşı insan­ların aşırı üretkenliğini ortaya çıkaran bir göç hareketi aracılığıyla belirginleş­mektedir. (42)

Şimdiki zamandaki eylemleri koordine etme kapasitesi bulunan bir geleceğin yerine, devrim, devrim-olmayanla birlikte ve onun içerisinde var olmaktadır. Gelecekteki bir devrimi hayal edemeyen bizler, onun güncelliğini, taktiklerimize karar vermek adına kullanamayız. Siyasi eylemin eşsiz bir bileşeni olan taktikler, biyopolitik üretimin barındırdığı potansiyeller tarafından yerinden edilip başarısızlıkla sonuçlanır.

Devrim, şimdiki zamanda, Hardt ve Negri’nin halkın yaratıcı, ortak, ile­tişimsel emeğiyle ilişkilendirdiği, aşırı bir unsurdur. Başkaldırı, kapitalist denetimden ayrılmayı, biyopolitik üretimi kapitalist hakimiyetten kurtarmayı içerir. “Devrimci hareket, kapitalist denetimle aynı zamansallık içerisine oturmaktadır,” derken, Hardt ve Negri, biyopolitik ve endüstriyel üretim arasındaki bir farklılığa vurgu yaparlar. Güncel şartlar altında, sömürü, kapitalistin gerekli emek zamanın ardından artı emek zamana el koymasıyla ilgili değildir. Gerekli ve artı emek, aynı anda, toplumsal ilişkilerin ve yaşam biçimleri­ nin üretildiği aynı süreçte gerçekleşmektedir. Üretimin ve yeniden üretimin harmanlanması, gerekli ve artı emek zamanı belirlemek için kullanılan nicel ölçütü saf dışı etmektedir. Dolayısıyla şimdiki zamanda, “değerlemenin ve el koymanın kapitalist zamansallığı”, ölçülebilir diziler şeklinde yorumlanamaz; bu “bir tür eşzamanlık” olarak görülmelidir. (43) Hardt ve Negri, devrimi, “benzer türden bir eşzamanlık”, yani kapitalist hakimiyetin, asla tam olarak ele geçiremeyeceği ya da denetim altına alamayacağı biyopolitik üretim üzerindeki komutasının aşırılığı ve sınırı olarak tasavvur etmektedir.

Biyopolitik sömürü, mülksüzleştirme ve müştereklere el koyma yoluyla birikimi de kapsamaktadır. Bu ikinci birikimin kilit noktası kapitalizmin biyo­politik emeğin ürettiği müştereklere (ortak bilgiye, dile, kültüre ve sosyallik tarzlarına) el koymasıdır. Hardt ve Negri, “sermayenin, işbirliği sağlamak­tansa, biyopolitik iş gücünü sömürmenin temel bir unsuru  olarak, işbirliğine de el koyduğunu söyleyebileceğimizi” öne sürerler. Bu el koyma, “teker teker işçilerden ziyade (zira işbirliği, bir bütünlüğü ima etmektedir), daha açık bi­çimde toplumsal emek alanında gerçekleşmektedir.” (44) Onlara göre, biyopolitik emek, genelde kapitalist komutadan bağımsızdır; ağ tabanlı ortak pratiklerden ortaya çıkar. Sermaye bizzat bu pratiklerin bağımsızlığı vesilesiyle ortaya çıkan yaratıcılığa bağlı olsa bile, onları ele geçirmeye, kontrol etmeye ve onlara el koymaya çalışır. Metalaştırmayı bypass eden sermaye, toplumsal ilişkilerin kendisinden doğrudan değer elde etmektedir.

Hardt ve Negri, biyopolitik emeğin demokratik boyutunun altını çizerler: Onların bakış açısına göre, müşterekleri üreten aynı ağ tabanlı ortak yapılar, yeni demokratik kapasiteler yaratmakta ve hatta, “siyasi alanda demokratik örgütlerin gelişmesini mümkün kılmaktadır.” (45) Bu sebepledir kiHardt ve Negri, “öncü örgütleri” reddeder. Öncü parti, farklı, daha eski bir emek yapı­sına (proletaryanın farklı bir teknik alaşımına) tekabül etmektedir. Hardt ve Negri’nin dönemselleştirmesine göre öncü parti, yirminci yüzyılın başlarındaki profesyonel fabrika işçileriyle uyumluydu. Yirminci yüzyılın ortalarındaki vasıfsız işçiler ise bu dönemin kitle partisiyle uyumluydu. Biyopolitik emeğe uygun siyasi form, yani bugün bize uygun olan, demokratik olmak zorundadır. Daha spesifik olarak; işbirliğine dayalı, bağımsız ve yatay olarak şebekelenmiş olmalıdır. Hardt ve Negri, “bu demokratik işgücü kapasiteleri­nin doğrudan doğruya demokratik siyasi örgütleri yaratmayacağı yine de bu örgütleri inşa etmek adına söz konusu kapasitelerin iyi bir temel oluşturduğu” sonucuna varırlar. (46)

Biyopolitik üretim süreçlerinin doğrudan doğruya ya da kendiliğinden ihtiyaç duyduğumuz bu tür siyasi örgütler yaratmadığını ve devrimci süreç için yeterli bir tablo sunmadığını kabul ederken bile Hardt ve Negri, kendi devrim tasavvurlarıyla Lenin’inki arasında mesafe olduğu konusunda ısrar ederler. Lenin’in siyasi örgüte dair karmaşık ve uyarlanabilir yaklaşımını güncel siyasetin sınırlı kavramlarıyla seyrelterek, Lenin’in partisine “yeni bir kimlik” muamelesi yaparlar. Lenin’in, “toplumsal grupların, belirli yönlerden karşı çıktığı merkezi iktidarın kimliğini aksettiren bir karşı iktidar oluşturan partinin hegemonyası altında mücadeleye eklemlenmesini tasavvur ettiğini” öne sürer­ler. (47) Biyopolitik üretimin şebekeli yapısı -gözetim ağları, uluslararası anlaşmalar, çok uluslu şirketler ve askerileştirilmiş polislik gibi- karşı çıktığı gücün şeklini aldığı için buradaki problem, öncünün “karşı çıktığı iktidarı” akset­tirmesi olamaz. Yaptıkları dönemselleştirme, problemin tam da öncünün bu iktidarı aksettirmediğini açıkça göstermektedir. Hardt ve Negri’ye göre öncü parti, yetersizdir, “çağdışıdır”; çünkü güncel biyopolitik üretimin şebekelerine benzememektedir.

Bu argüman ikna edici değildir. Karmaşık şebekeler, Hardt ve Negri’nin tasavvur ettiği yatay, işbirliğine dayalı ve bağımsız biçimler değildir. Albert­ Laszlo Barabasi’nin karmaşık şebekeler hakkındaki eserinin ortaya koyduğu üzere, özgür seçim, büyüme ve tercihli bağlanma, en çok seçilen ve tercih edilen ile diğerleri arasında hiyerarşiler, çarpıcı ayrımlar yaratmaktadır. (48) Karmaşık bir ağdaki en popüler boğum ya da parça, genellikle, ikinci en popüler olanın iki katı kadar bağlantıya sahiptir; ikincidekiler de, üçüncüdekinden çoktur. Öyle ki alttaki kalabalıklar arasında çok küçük bir fark varken, üst ve alt arasındaki fark çok büyüktür. Bu hiyerarşik yapı, iletişimsel kapitalizmde her tarafa yayılmıştır. Gişe rekorları kıran filmler, çok satan kitaplar, Google, Facebook, YouTube ve Çin’deki Baidu gibi devasa internet merkezleri, bağların karmaşık ağlarda etkili bir “güç yasası” dağılımına sahip olduklarını gös­termektedir. Çok az kişiye çok fazla; geri kalanına ise çok az, neredeyse hiç denecek kadar az düşmektedir. Bu fikir popüler medyada “80/20 kuralı, yeni ekonominin kazanan-hepsini-alır veya kazanan-çoğunu-alır niteliği” ve çok olanın “uzun kuyruk teorisi” olarak karşımıza çıkmaktadır. (49) Ağ tabanlı iletişimin görünürdeki yaratıcı, işbirliğine dayalı ve demokratik karakteri, hiyerarşiyi saf dışı etmemektedir. Kendimize karşı kendi tercihlerimizi kullanarak hiyerarşiyi sağlamlaştırmaktadır. Ayrıca Barabasi’nin açıklık getirdiği gibi, bu hiyerarşi tepeden dayatılmamaktadır. Özgür seçimin, büyümenin ve tercihli bağlanmanın doğal bir sonucudur bu.

Biyopolitik üretimi aksettiren bir siyasi form, yatay ve demokratik olmayacaktır. Bu formun demokrasisi, “güç yasası” dağılımları, eşitsiz devreler ya da sonuçlar, kazananlar ve kaybedenler, azınlık ve çoğunluk üretecektir. Bu fenomeni Twitter’da insanların etiketleri (yani hashtag’leri) “en çok konuşulanlar” listesine sokmak için mücadele etmelerinde görebiliriz. Söz konusu etiketler, mücadele alanı oluşturan ortak isimler sunar. Etiketler “en çok konuşulanlar” listesine girdiklerinde, ağlarda hızla dolaşan, okunmamış, beğenilmemiş milyonlarca tweetin uzun kuyruğu üzerinde yükselirler. Demokratik unsur -insanların kullanmak ve iletmek için tercihte bulunma eylemi- bazı etiketlerin, önemli görünmesini ve hatta bazen bir süreliğine öyle olmasına yol açan eşitsizliği üretir. Ortaya çıkmakta olan hiyerarşiler, ortaya çıkmakta olan bir öncünün biyopolitik şartlar altındaki mücadeleler için gerekli olan siyasi form olabileceğini göstermektedir. Henüz mevcut olmayan bir demokratik örgüt adına bu formu reddetmek, hem formun kendisini yaratan koşulları (demokratik taahhütleri) teşvik etmek, hem de bu taahhütler her ne üretiyorsa onun, yani çoğunluğun içinden çıkan bir azınlığın ortadan kaldırılmasını istemek demektedir. 68 sonrası solunda bu red kalıcı bir örüntü oluşturmuştur: Liderlerin reddedilmesi, ortaya çıktıklarında iç çatışmaya neden olmaları ve mahkum edildiklerinde ise başarısızlığa yol açmaları.

Biyopolitik üretimin karmaşık şebekelerinin yapısı, Hardt ve Negri’nin iddialarının aksine, öncü bir partinin hiç de çağdışı olmadığını göstermektedir. Daha ziyade, ağ tabanlı iletişimin dinamiklerine tekabül eden bir formdur söz konusu olan. Bu yapı, Hardt ve Negri’nin öncü partiyi reddedişlerine dair ek bir sorunun göstergesidir. Lenin’in partisinin, çokluğun (multitude) hareketlerinin “tepesinden” gelen örgütsel bir süreci kapsadığını ileri sürerler. Tarihsel açıdan, bu ima düpedüz yanlıştır. Bolşevikler, Rus Devriminin o çalkantılı ortamında hareket halindeki birçok parti, eğilim ve fraksiyon arasında yalnızca bir gruptu. Ezilen işçi ve köylü hareketleri içinde aktiflerdi. Hareketler; zaferlerle ve yenilgilerle, kısa ve uzun dönemli ittifaklarla, yeni işbirliği biçimleriyle ve siyasi örgütteki ilerlemelerle partiyi meydana getirirken, parti de hareketlerin ilerlemesini sağlıyordu. Charles Post şunu yazmıştır: “Leninizm, 1923 sonra­ sının ‘demokratik merkeziyetçilik’ karikatürüne indirgenemez. Bunun yerine, hem seçimlerde hem de parlamento dışı kitlesel toplumsal mücadelelerde resmi reformizm güçlerine karşı siyasi bir alternatif tasarlama gayretindeki antika­pitalist örgütçülerden ve aktivistlerden oluşan bağımsız bir örgüt inşa etme hedefi, Leninizmin kalıcı mirası olmaya devam etmektedir.” (50) Lenin’in devrimin güncelliği konusundaki ısrarı, bu siyasi alternatif tasarısının merkezinde yer alan, gelecek aracılığıyla koordinasyonu sağlamaktadır. Parti, bir öngörü gücü­dür; Hardt ve Negri’nin üstün ve altın konumuna dair gösterdikleri mekansal ilginin es geçtiği zamansal bir güçtür.

Son olarak Hardt ve Negri, Lenin’in partisini kimlik temelinde eleştirmektedir. Onlara göre parti “yeni bir kimlik”tir ve bugün devrim, kimliğin ortadan kaldırılmasını amaçlamalıdır. (51) Kimlik karşıtı argümanları, solun bazı kesimlerinde hala güncelliğini koruyan kimlik siyaseti savunusuna yönelik önemli bir düzeltmedir. Sınıfın önceliğini reddeden Hardt ve Negri, feminist ve ırkçılık karşıtı siyasetin radikal unsurlarını açığa çıkarırlar. Cinsiyet, ırk ve sınıf siyasetinin tam merkezinde, farklılıkların çoğalmasına yol açan kimli­ğin kendi kendini ilgasının bulunduğunu öne sürerler. Hardt ve Negri’ye göre, “kimliğin ilgası projesi,” böylece, mülkiyetin ve devletin ilgasının geleneksel rolünü yerine getirir. (52)

Hardt ve Negri, bize bir şekilde ezilenlerin daha geniş devrimci mücadelelerini ve kapitalizmin kitleler arasındaki ayrımlardan yararlanma biçimlerinin bilincinde olmayı hatırlatarak kimlik siyasetinin ötesine geçmenin gerekliliğini vurgulamakta haklıdırlar. Kimliğe bağlılık, hareketsizleşmeye ve itaate, insanın dönüşebileceği şeyin sınırlanmasına yol açmaktadır. Kapitalist süreç­ler halihazırda kimlikleri ürettiği, baltaladığı ve onlara el koyduğu müddetçe, kimliğe tutunmaya çalışmanın, havaya tutunmaya çalışmak gibi bir şey oldu­ğunu eklememiz gerekiyor. Kimlikler zaten eriyip gidiyor, zaten çözülmekte ve savunmasız durumda. (53) Fakat, Lenin’in partisi bir kimlik değildir. Aksine, parti bir süreçtir. Lukacs’a göre, Hardt ve Negri’nin kimlikle ilişkilendirdikleri ayrımların silikleştiği ve kolektifbir devrimci iradenin üretildiği bir süreçtir. (54) Bu ölçüde parti, yeni bir kimlik olarak hareket etmekten çok, kimliğin verili olduğu alan içerisinde bir boşluğun oluşturulması ve korunması yoluyla hareket eder.

Hardt ve Negri’nin mülkiyet ve devletin yerine kimliği koymasının başka problemleri de bulunuyor. Sömürü ilişkilerine, devlet şiddetine, proleterleşme süreçlerine ve baskı sistemlerine hiç değinmemek bunlardan bazılarıdır. Kapitalizm ve devlet, kimliğin tescili ve çoğalmasıyla olduğu kadar onun çözül­mesi aracılığıyla da faaliyet gösterebilir. Taktikler düzeyinde, kimliğin ilgasına yönelik bir proje, kişisel boyuttaki değişimin düzeni değiştirmek adına verilen daha büyük mücadelelerin yerine geçmesine sebep olarak, egemen ideolojinin akışkanlığa ve öz-dönüşüme bağımlılığına kolayca karışabilir. Aslında, kişisel boyuttaki değişimler önem kazandığında, devletin ve ekonominin koyduğu sınırlara baskı uygulamakta, bu cephelerden kaçılamayacağını açık bir şekilde görülmesini sağlamaktadır. Yani, mülkiyetin ve devletin varlığına devam edip etmeyeceği, edecekse de bunun ne şekilde olacağı üzerine kavga etmek­ten kaçılamaz. Fakat Hardt ve Negri, bize, bu türden bir kavganın ne zaman biteceğinin tasavvur edilemeyeceği bir devrimden bahsetmektedir. Kimliğin ortadan kaldırılması şeklinde düşünülen devrim, kaçınılmaz biçimde devlete ve ekonomiyi karşısına alan bir siyasete yönelecek bir perspektif sağlayamaz.

Hardt ve Negri, işçi sınıfı iktidarı hedefini sadece kimlik gerekçesiyle değil, iktidar gerekçesiyle de reddederler. Onlara göre, sınıf mücadelesinin bir aracı olarak kullanmak için dahi olsa (çokluğun onunla uğraşmak zorunda kalabi­lecek olmasına rağmen) devlet ele geçirilmemelidir. Devlet, kapitalist sömürü­yü ve kimlik hiyerarşilerinin denetlenmesini güvence altına alan bir hakimiyet merkezidir ve bundan başka bir şey de olamaz. Devrimin, demokrasiyi hedeflemesi gerektiğini ve bunun uzun ve ağır bir dönüşüm süreci gerektirdiğini savunan Hardt ve Negri, boyun eğmeden başka bir anlama gelmediğini iddia ettikleri proletarya diktatörlüğünü yanlış tanıtmaktadır. (55) Devrimci dönüşümün bir gecede olmayacağını Lenin de kabul etmektedir. Proletarya diktatörlüğü, bir dönüşüm sürecinden başka bir şey değildir; Hardt ve Negri gibi Lenin’in de ilk defa para babaları için değil yoksullar için, halk için demokrasiye dönüşen demokrasinin muazzam şekilde genişlemesiyle ilişkilendirdiği bir süreçtir bu. (56) Fakat Hardt ve Negri’den farklı olarak Lenin, birkaç insanın elinde toplanmış gücü ve zenginliği çekip almanın, demokrasinin genişletilmesinden daha fazlasını gerektirdiğini kabul etmektedir. Demokrasinin kısıtlanması da gerekir: Zalimler, sömürücüler ve kapitalistler bastırılmak zorundadır. Demokratik araçların bir sınırı vardır.

Hardt ve Negri’ye göre devrimin hedefi, “yeni sosyal hayat biçimlerinin yaratılması”dır. (57) Devrimci mücadeleleri, müşterek oluşturan bir kurtuluş süreci olarak tarif ederler. Onlara göre bu tür bir süreç, yeni kolektif alışkanlıkları ve pratikleri kurumsallaştırdığı için, başkaldırıyı pekiştirmektedir. Dolayısıyla Hardt ve Negri, kurumları, karşı karşıya gelişlerin idaresi, toplumsal kopuşun genişletilmesi ve bunları oluşturan kişilerin dönüştürülmesi için alanlar olarak algılarlar.

Bu kurumlar ile Lukacs’ın öncü parti tasviri arasındaki benzerlik çarpıcı­dır; bu benzerlik, Hardt ve Negri’nin parti formunu reddettiği düşünüldüğünde daha da çarpıcı bir hal alır. Parti, ortak bir ismi, dili ve taktikler dizisini kapsamaktadır. Bir arada bulunmanın yollarını belirleyen pratiklere sahiptir. Amacı, sınıf mücadelesinin delalet ettiği toplum içerisindeki boşluğu doldurup onu genişletmektir. Ayrıca Lukacs, Lenin’in parti örgütü kavramının esnekliği ve tutarlılığı başa yazdığını iddia eder; partinin kendini dönüştürme kapasitesi vardır ve olmalıdır. Hardt ve Negri’nin kurumsal bir süreçte başkaldırının büyütülmesi olarak tarif ettikleri şey, partiyi kuramsallaştırmanın başka bir yoludur.

Partiyi reddettikleri için, sundukları demokratik örgüt biçimi, devrimi ön­ görüp onun güncelliğine olan inancı somutlaştırabilecek bir pozisyondan yok­sundur. Gelecek, eşgüdümlü bir kapasiteyi harekete geçiremez. Hardt ve Negri, devrimin “çok dar bir hareket alanı tanıyacak şekilde geçmiş ile gelecek arasında sıkıştığını” vurgular. “Devrimcilerin eylemlerinin bizi geleceğe sıçratmaya yeterli olduğunu düşündükleri zamanlarda bile, geçmişin kendisini yeniden dayatmak için ortaya atladığını” söylerler. “Devrimin yeni bir hükümet biçimi yaratmasının geçmişi uzakta tutup geleceğe kapı araladığı” sonucuna varırlar. (58) Hardt ve Negri’nin tasavvurundaki devrimciler, ürettikleri devrimin ürünlerinden ziyade, gelecekten belirli bir uzaklıkta kalırlar. Hareketleri gelecekten kopuk, ondan habersizmiş gibi görünmektedir; bu yüzden de giderek daha fazla geçmişin tahakkümü altına girerler. Devrim geleceğe açılır; ancak tasarlanmış bir gelecek, devrimi üretecek güçleri yaratmaz.

Eylemleri yönlendirebilecek bir gelecek tasavvuru bulunmayan Hardt ve Negri, bunun yerine, bir taşıyıcısı olmayan, onlar için savaşacak bir organı bulunmayan bir talepler platformunun çerçevesini çizerler. Kuşkusuz, kurumlara ilişkin modelleri bir ya da birden fazla partinin bu tür bir taşıyıcı olabileceğini belirtmektedir; fakat platformlarını bir parti platformu olarak sunmaktansa, küresel yönetişimin mevcut hükümetlerine ve kurumlarına yönelik talepler olarak sunarlar. Talepler, temel geçim araçlarının, küresel vatandaşlığın ve müştereklere erişimin sağlanmasıdır. “Bugünün egemen güçlerinin maalesef bu temel talepleri bile karşılama niyetinde olmadığını” kabul ederler. (59) Verdikleri cevap, kahkahadır; “Şimdiki zamana sıkı sıkıya bağlı, yaratıcı ve neşe dolu bir kahkaha.” (60) Taleplerini bir parti platformu olarak sunmamalarına şaşmamak gerek. Bunlar uğruna savaşılacak talepler değildir. Müştereğin biyopolitik üretiminde, yalnızca kapitalist denetime belirli sınırlamalar getirilmesine yönelik talepler biçiminde halihazırda bulunan potansiyelleri göstermektedirler.

Genellikle iç karartıcı ve sefil gözüken şimdiki zamanın eşitlikçi potansiyelinin tespit edilmesi, takdire şayandır. Fakat gelecek vasıtasıyla koordine edilen hiçbir pratik bu inancı cisimleştirmemektedir. Oysa bu inancı gerçekleştirmeye yöneltilmiş bir parti olmadan, bu potansiyelin, örneğin daracık küresel milyar­derler sınıfı altın kaplamalı jetlerinde havyar yerken, online oyun platformları üzerinden daha iyi bir yaşama erişmeye çalışan ve geriye kalmış son temiz su­larını ve tarıma elverişli topraklarını giderek yoğunlaşan kaynak savaşlarından kaçan mültecilerden umutsuzca korumaya çalışan fakirleştirilmiş leş yiyicilerin çevrelediği küresel olarak birbirine bağlanmış kale şehirlerden oluşan bir neo-feodalizmden daha güçlü olduğuna inanmak güçtür. Tam da bir sömürü, mülkiyet, rekabet ve mücadele ortamında bulunduğumuz için, bugüne dair algımız, diğerlerinin değil de başka bazı potansiyellerin gerçekleştirilmesinden doğan gelecekle bağlantılı olmak zorundadır. Parti, gelecek onun aracılığıyla kendisini doğuracak eylemleri üretebildiği ölçüde, bu potansiyellerin gerçekleşmesini sağlayacak formdur.

SONUÇ

Mısır ve Tunus’taki devrimlerle ilişkili küresel protesto dalgası, İspanya ve Yunanistan’ daki kitlesel toplaşmalar, kesinti, kemer sıkma ve haciz karşıtı protestolar, Occupy (İşgal Et) hareketi ve diğerleri, bir sınıf olarak sermayenin çıkarı adına örgütlenmiş devletlerin pratiklerine ve politikalarına giderek daha fazla itiraz eden insanların birlikte hareket ettiğini göstermektedir. Dünya çapında, kitleler statükodan kopmakta; bu hareketlerin güncelliği, kimlik siyasetini yerinden etmektedir. Harekete geçen bu kitleler, solu örgüt, dayanıklılık ve ölçek meselelerine yeniden dönmeye zorlamaktadır. Dolayımsızlığın ve yataylığın sınırlarına gelip dayanmış olan aktivistler ve örgütçüler benzer şekilde, parti benzeri kurumsal formlar üzerine yeniden düşünmektedir. Süregiden deneyimlerinin  arasında radikal sol koalisyonlar, hareket partileri, dijital partiler ve hatta yerleşik partilerin mücadeleyle ele geçirilmesi bulunmaktadır. İnsanlar dünyayı değiştirecek kolektif bir kapasiteye sahip olduklarını ne kadar düşünürlerse, bu kapasiteyi geliştirmek, güçlendirmek ve kurumsallaştırmak için o kadar çok çalışırlar.

Bununla birlikte, toplumsal ve aktivist hareketlerin örgütsel meseleleri sol siyasetin gündemine tekrar sokması, bu meselelerin açık bir biçimde çözü­me kavuşturulduğu anlamına da gelmemektedir. Bu hareketler, proleterleşti­rilmişlerin mücadelelerine adanmış aktivist öncüler, örgütçüler ve militanlar ortaya çıkarsalar bile, henüz yeni bir uluslararası komünist parti ya da uluslararası radikal sol koalisyon yaratılmış değildir. (61) Ayrıca, Kuzey Amerika’ da ve Avrupa’nın  önemli  kısmında  kapitalist krizlere eşlik eden protestoların ve gösterilerin, devrimci bir boşluk mu oluşturduğu, yoksa son birkaç on yılın sol siyasi pratik dağarcığından ibaret direniş reflekslerini tekrar mı ettiği henüz belirsizliğini sürdürmektedir. Lukacs, bunların aynı problemin farklı formülasyonları olduğunu anlamamızı sağlamaktadır.   Parti  devrimci  kit­le hareketinin hem üreticisi hem ürünü, hem  ön  şartı hem  sonucu  olduğu için, çözümler ve problemler aynı anda ve eşitsiz biçimde ortaya çıkmaktadır.

Mücadelelerimizin devrimci olduğunu görmemizi sağlayan parti, yalnızca devrimci mücadelelerin ürünü olabilir. (62)

Devrimi öngörecek partiyi öngörmek: Devrim gündemdeyse, bir parti için bugün bunun anlamı ne olabilir? Hardt ve Negri, parti formunun modasının geçtiğini ima etmektedirler. Bense, hem güncel ağların azınlık ve çoğunluk arasında “güç yasası” dağılımlarını ürettiğini hem de ortaya çıkmakta olan hiyerarşilerin -özellikle de zaten siyasi hareketten doğan öncüler ve pratikler olarak anlaşıldığında- parti örgütlerinin ortaya çıkış biçimlerine işaret ettiği­ni ileri sürdüm. Bu eğilimin güncel örnekleri arasında, önceden birbirinden ayrı, benzeşmeyen ve hatta rekabet halindeki mücadeleleri bir araya getiren or­tak taktiklerin, isimlerin ve sembollerin benimsenmesi bulunmaktadır. Yerel siyaset ve sorun siyaseti ortak bir isimle birbirine bağlandığında, bir alandaki başarılar bir bütün olarak mücadeleyi ileri taşır. Farklı eylemler, kendileri artı diğer bütün eylemler halini alır. Coşku aşılayıp birbirlerine örnek olurlar. Bir yön sahibi olma ve hareket algısı oluştururlar: Mücadelenin gidişatı ne yönde? Parçalar halindeki yerel eylemleri sadece çoğaltmak yeterli değildir; bir başına olduklarından daha fazlasıymış gibi hissedilmeleri gerekir. Ortak bir ad veya bir dizi sembol bu tutarlılığı sağlar.

Lukacs ve Lenin’ den öğrendiğimiz kadarıyla, tutarlılığa esnekliğin eşlik etmesi gerektiğini biliyoruz. Partinin, özellikle de uluslararası bir partinin her bileşeninin ya da şubesinin aynı yapıda olması ve bu yapının sabit kalması gerektiğini farz etmek için bir sebep bulunmuyor. Bugün solun karşılaştığı problem, örgütsel detayları önceden belirlemekten  ziyade, birleşik siyasi iradeyle alakalıdır. İrade ortaya çıktıkça, insanlar, karşılaştığımız görevler ışığında bu­nun nasıl bir yapı olması gerektiğini bulacaktır. Bu görevlerin arasında, kadroları ilham kaynağı olacak ve onları eğitecek şekillerde militan baskıyı genişletmek, finans sektörünün güvenini kırmak, özel mülkiyeti ve kapitalist bankacılık sistemini ilga etmek ve eşitsiz bir çevrede uluslararası koordinasyonu geliştirmek bulunmaktadır. Genel hedef ise öncelikle, halk desteğini harekete geçirmek ve iklim değişikliği ortamında herkesin eşit biçimde faydalanabilmesi adına üretimin, sağlığın, ulaşımın, iletişimin, beslenmenin, barınmanın ve eğitimin ortak idaresi için bir program geliştirmektir. Bu değişken görevlere yanıt üretmek, bütünleştirilebilecek ve paylaşılabilecek, esnekliği destekleyip ona imkan tanıyacak yeni bilgiler üretmektedir.

Devrim gündemdeyse eğer, o halde proleterleştirilmişlerin, bir sınıf olarak sermayenin emeklerinden, yaşamlarından ve geleceklerinden yoksun bıraktıklarının devrimidir bu. Kapitalizmin mülksüzleştirme sistemi maaş, borç, özelleştirme, hırsızlık, sömürgeleştirme, finansallaşma ve ırk ayrımcılığına dayalı devlet şiddeti yoluyla işlediği için proleterleştirilmişlerin hareketleri, uluslararası ve geniş bir insan ve sorun yelpazesini harekete geçirmektedir. Doğrudan eylem konusunda yetenekli militanlar, semboller ve sloganlar konusunda hünerli sanatçılar, örgütlenme konusunda tecrübeli partiler, belirli meseleler hakkında bilgi sahibi olan sorun odaklı gruplar, temel ihtiyaçları karşılayan karşılıklı yardım ağları gibi zaten var olan grupların birleşik kuvvetlerinden, küresel ölçekli bir radikal sol ittifak ya da daha doğrusu, komünistlerden oluşan yeni bir parti oluşturulabilir. Bu yeni parti devrimci dönemin bir öznesi olacaksa, devrimci inancı somutlaştırabilen ortak pratikleri ve taktikleri teşvik etmek ve hatta geliştirmek zorunda kalacaktır. Bu teşvik ve geliştirme, disiplin, birtakım tercihler, bilinçli planlama ve neyin başa yazılacağına, kaynakların ve enerjinin nasıl paylaştırılacağına dair kararlar gerektirmektedir. Israrla şunu söyler Lukacs: “Parti, yalnızca disiplinle kolektif iradeyi pratiğe dökebilir; oysa, burjuva özgürlük kavramının kullanıma sokulması, bu kolektif iradenin kendini biçimlendirmesini engeller ve böylece partiyi harekete geçemeyen dağınık bireyler topluluğuna dönüştürür.” (63) Tam da sayıca çok fazla hareket bulunduğu ya da İşgal Et hareketinin diliyle %99 bir olmadığı için, tam da ezilenlerin tecrübelerinin çeşitliliği sebebiyle, kendimizi disiplin altına alacağımız, devrimci eğilimleri özgürlükçü, eşitlikçi bir doğrultuya yöneltecek kolektif iradeyi üreteceğimiz form olarak partiye ihtiyacımız vardır.

Pek çoğumuz, kapitalist krizlerin kritik bir noktaya vardığına ikna olmuş durumdayız. Düzenin kırılgan olduğunu, kendi mezar kazıcılarını yarattığını ve baskıcı bir uluslararası devlet yapısı tarafından ayakta tutulduğunu biliyoruz. Yine de, bunu bilmiyormuşuz gibi davranıyoruz. Parti, bildiğimize inanmamızı sağlayan bir biçim ortaya koymaktadır.

Çeviri: Yordam Kitap

NOTLAR

1. Jean-Pierre Dupuy, Economy and the Future, Çeviri: M.B. DeBevoise, East Lansing, MI: Michigan State University Press, 2014, s. 110.
2. Dupuy, Economy, s. 116.
3. Dolayısıyla tasarlanmış gelecek, Nick Srnicek and Alex Williams’ın Inventing the Future (Londra: Verso, 2015) adlı eserde ortaya koyduğu programdan farklı işlemektedir.
4. Dupuy, Economy, s. 129.
5. Dupuy, Economy, s. 140.
6. Georg Lukacs, “Towards a Methodology of the Problem of Organization”, History and Class Consciousness, Çeviri: Rodney Livingstone, Cambridge, MA: MiT Press, 1971; Georg Lukacs, Lenin: A Study on the Unity of His Thought, Çeviri: Nicholas Jacobs, London: Verso, 2009, s.13.
7. Lukacs, Lenin, s. 9.
8. “Towards a Methodology of the Problem of Organization” adlı eserinde Lukacs, herhangi bir örgütlü eyleme dahil olan tarihsel, toplumsal ve bireysel faktörlerin karmaşıklığını tasvir etmektedir. Herhangi bir örgütlü eylem anlayışına tarihsel bütünlük ışığında yaklaşılması gerektiğini vurgulayarak, “örgütlü bir eyleme gelecek adına barındırdığı dersler açısından, ‘o halde ne yapacağız?’ sorusuna cevap olacak şekilde bakan bir analizin, probleme de örgüt açısından bakmakta olduğunu” belirtmektedir. Lukacs, “Towards a Methodology,” s. 300. Lenin’in Düşüncesi adlı eserde geliştirilen gelecek anlayışı da budur.
9. Martin Jay, Marxism and  Totality, Berkeley: University of California Press, 1984, s. 122.

10. Lukacs, Lenin, s. 12.
11. lbid.
12. Lukacs, Lenin, s. 18.
13. Lukacs, Lenin, s. 13.
14. Zizek’s Politics (New York: Routledge, 2006) adlı eserdeki tartışmama göz atın.
15. Lukacs, Lenin, s. 11.
16. Lukacs, Lenin, s. 20.
17. Lukacs, Lenin, s. 23.
18.Lukacs, Lenin, s. 47.
19. Lukacs, Lenin, s. 25.
20. Lukacs, Lenin, s. 26
21. Lukacs, Lenin, s. 30.
22. Lukacs, Lenin, s. 29.
23. Lukacs, Lenin, s. 31.
24. Lukacs, Lenin, s. 33.
25. Lukacs, Lenin, s. 32
26. Lukacs, Lenin, s. 33.
27. Lukacs, Lenin, s. 32.
28. Lukacs, Lenin, s. 36.
29. Lukacs, Lenin, s. 60.
30. Lukacs, Lenin, s. 62
31. Lukacs, Lenin, s. 63
32. Lukacs, Lenin, s. 64
33. Lukacs, Lenin, s. 67.
34. Lukacs, Lenin, s. 80
35. The Socialist Register 1989: Revolution Today için yazılınış olan bir makalede, Leo Panitch, sosyalist devrime olan güven kaybını burjuvazinin devam eden devrimci rolünün bir sonucu olarak yorumlamaktadır. Bkz. Leo Panitch, “Capitalism, Socialism and Revolution: The Contemporary Meaning of Revolution in the West”, The Socialist Register 1989: Revolution Today, ed. Ralph Miliband, Leo Panitch ve John Saville, Londra: Merlin, 1989, s. 1-29.
36. Michael  Hardt  ve Antonio  Negri,  Commonwealth, Cambridge,  MA: Belknap  Press  of Harvard University Press, 2009, s. 344.
37. Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire, Cambridge, MA: Harvard
University Pess, 2000, s. 365.
38. Hardt ve Negri, Empire, s. 365.
39. Hardt ve Negri, Commonwealth, s. 239.
40. Bkz. Jodi Dean, The Communist Horizon, Londra: Verso, 2012, s. 128-129.
41. Hardt ve Negri, Commonwealth, s. 239.
42. Hardt ve Negri, Commonwealth, s. 242-3.
43. Hardt ve Negri, Commonwealth, s. 242.
44. Hardt ve Negri, Commonwealth, s. 140.
45. Hardt ve Negri, Commonwealth, s. 354.
46. Hardt ve Negri, Commonwealth, s. 353.
47. Hardt ve Negri, Commonwealth, s. 351.
48. Crowds and Party (Londra: Verso, 2016, s. 12-13) adlı eserdeki tartışmama göz atın.
49. Jodi Dean, The Communist Horizon, s. 138.

50. Charles Post, “What is Left of Leninism? New European Left Parties in Historical Perspective”, The Socialist Register 2013: The Question of Strategy, ed. Leo Panitch, Greg Albo ve Vivek Chibber, Londra: Merlin Press, 2012, s. 174-197.
51. Hardt ve Negri, Commonwealth, s. 334.
52. Hardt ve Negri, Commonwealth, s. 333.
53. Crowds and Party adlı eserde 1. Bölümdeki tartışmama göz atın.
54. Lukacs’ın “Towards a Methodology of the Problem of Organization” adlı eserinde belirttiği üzere, “proletaryanın sahip olduğu bilincin devrimci biçimi olan Komünist Parti, doğal bir süreçtir” (s. 316, italik biçim orijinaldeki gibidir) ve “parti, bu ayrımların giderildiği süreci hızlandırmak için vardır.” (s. 326). Lukacs’ın bahsettiği ayrımlar, sınıf içerisindeki tabakalaşmalardır.
55. Hardt ve Negri, Commonwealth, s. 363.
56. V.1. Lenin, “The State and Revolution”, The Lenin Anthology, ed. Robert C. Tucker, New York: Norton,
s. 311-98.
57. Hardt ve Negri, Commonwealth, s. 354.
58. Hardt ve Negri, Commonwealth, s. 360.
59. Hardt ve Negri, Commonwealth, s. 382.
60. Hardt ve Negri, Commonwealth, s. 383.
61. İşgal Et hareketinin siyasi bir öncü olarak yorumlandığı bir okuma için The Communist Horizon adlı eserimin son bölümüne göz atın.
62. Lukacs, komünist  bir  örgütün  “yalnızca mücadele  yoluyla” yaratılabileceğini iddia etmektedir; “Towards a Methodology”, s. 317.
63. Lukacs, “Towards a Methodology”, s. 316.

Comments are closed.